Yazı yayınlanma tarihi: Kasım 2018 (www.themahmut.com)
Her evde, sadece o evin sahibinin bildiği ve yaptığı bir şey olur. Balkon kapısını kilitlemek için, kapı kolunu 32 derece yukarı kaldırıp anahtarı sola, öyle çevirmek gerekir mesela. Siz, aslında hiç de misafir değilsinizdir o evde; o ev sizin de evinizdir ama 33 derece yukarı kaldırmışsınızdır, o aptal kapıyı kilitleyemezsiniz. Sonra evin -asıl- sahibi gelir, iki saniyede kilitler kapıyı. Siz de bakarsınız öyle arkasından. Sabah güneşi alan o balkona çıkmaya biraz çekinir, sonra da "Eeeeh bana ne lan!" deyip çıkarsınız o balkona. Kapıyı kilitleyemeyeceğim diye sonbahar renklerine mi bakmayayım, sigaramı mı içmeyeyim, kahvemi içerken güneşe mi selam vermeyeyim? Deli miyim ben? Bu arada, o şerefsiz kapının kilidini açarken hiçbir sorun olmaz, o konuyu nasıl açıklayabiliriz bilmiyorum. Böyle anlarda yakın arkadaşlık ilişkisi devreye giriyor biraz bence. "En kötü ne olabilir, kapıyı kırarım ayol." dedim ben mesela o kapıyı kilitlemeye çalıştığım çaresiz anlarda. Zaten genelde arkadaşlarımın evine hasar vermekle tanınan biriyim; şanıma şan yürür, hasar kariyerime bir madde daha eklenir. Her şey bi Whatsapp mesajına bakar.
"Ya ben kapıyı kırdım sanırım."
Yılllaaaar yıllaaar önce, kendi derdimi dünyanın merkezi zannederken ve haklıyken - çünkü öyle olmalı- delirip kendimi ormana atmıştım bir gün Hollanda'da. Kasım ayıydı, toplamda 16 kilometreyi hırsla ve öfkeyle yürümüştüm. Ayaklarımın altındaki o sarı kızıl yapraklar, görkemiyle beni büyüleyen bin bir dallı ağaçlar, gözümün önünden geçen minicik kuşlar. Onlar oradaydılar ama ben onlarla değildim. Ama büyük resmi (REİS!!) hatırlıyorum, büyük resimde asla yok sayamayacağım onlarca farklı sonbahar rengi, öfkeden kudurmuş olmama rağmen itaat ettiğim bir doğa, sık sık alıp verdiğim nefesim ve soğuktan uyuşmuş yüzüm / ellerim / ayaklarım vardı. Boxtel'de başlayan rota Oisterwijk denilen bir kasabada sona ermişti. Tüm o yorgunluğun üstüne sıcak bir yerde bir şeyler yemiş içmiş ve sonra trenle evime dönmüştüm. Sonbaharı çocukluğundan beri seven biri olarak o gün kibarca el sıkışmaktan ziyade, sarılmıştık birbirimize. Ten tene değmişti.
Titrek ve düşmesine çok az kalmış yapraklara baka baka yürüyorum şehirde kendi başıma. Bildiğim sokaklar, yeni açılmış mekanlar, gülerek yürüyerek ve göz göze geldiğimde bana selam veren Eindhoven insanları; her şey çok tanıdık. Yıllardır yaşadığım bu şehirde, başka şeyler olmuş, benim gibi emekli bir albayın kabullenmesinde zorluk çektiği şeyler yaşanmış. Çok da fifi! Hepsi aklımdan geçiyor teker teker. Benim gibi inatçı bir eşeğin bile tüm bunları nasıl kabullendiğini düşünüyorum. Aklımın ve yüreğimin birleştiği yerden bakınca ekran ikiye bölünüyor; daha önce bildiklerimi ve yaşadıklarımı gösteren bir ekran solda, sağda ise şimdi şahit olduklarım. İkisinde de ağız dolusu gülümseler var. O güzel dudaklar, o narin göz çevresindeki kırışıklıklar, yankılanan kahkahalar. Normalde birisini -illa ki- tercih ederdim ya da etmeye gönüllüydüm ama artık ikisini de izleyip tatlı tatlı gülümsüyorum. O esnada hafif bir rüzgar çıkıyor, kurumuş sapsarı, turuncu mu turuncu, kızıla çalan yapraklar döne döne dans ediyor.
Şehirleri(mi)n kokusu hep aynı kalıyor benim için. O köşede o koku asılı kalmış, beni bekliyor. Evlerin ışığı, o evdeki bardaklar, o bardaklardan içilenler, perdenin hep gözüme takılan o kıvrımı, kedilerin kuyrukları, hep görüp hiç elime almadığım kitaplar, makineden incecik dökülen kahve, ayağımın altındaki hışırdayan yapraklar hep aynı. İnsanın tek bir yeri tek bir şehri olmamalı bence, emin oluyorum iyice. Battaniye altında arkadaşlarımla kıvrılıp televizyona bakarken, Anka bana (kendisi yeğenim olur) kütüphanesinden kitap çekip "Oku!" derken, eskiden yaşadığım evimde kraliçeler gibi ağırlanırken, Bommel'de şehrin en janti ve aramızdan bir sene önce ayrılmış insanının tablosuna bakarken, bir Westmalle Tripel daha ısmarlarken aklımdan hep aynı şey geçiyor. Ben buradayım. Ve ben artık burada değilim. Ekranı yine ikiye bölüyor kalbim.
Pazartesi sabahı konuşuyoruz, ne yapmalıyız, ne yapalım? Başka bir şehre gidebiliriz, sinemaya gidebiliriz, sabah 10'da içmeye başlayıp kendimizi kaybedebiliriz. Mevsim sonbahar, güneş hala fısıldıyor kulaklarımıza, yürümeyi öneriyorum. Eindhoven'a sadece 20 kilometre uzaklıkta bir doğal yaşam alanı var, yürümek ikimize de iyi gelir. Yürüyüş rotasına arabayla giderken yağmur başlıyor, bulutlar şerefsizce ve haysiyetsizce kararıyor. Bir an panik oluyoruz ama eminim, biz yürümeye başladığımızda her şey güzel olacak. Öyle de oluyor. Ayaklarımızın altında sarı kızıl yapraklar, görkemiyle bizi büyüleyen bin bir dallı ağaçlar, onlar hala oradalar. Biz de hala buradayız; üzülmüşüz, öfkelenmişiz, kırgınız ama buradayız. Bir hırsla yürüyoruz konuşa konuşa, nefes nefese. Çalıların, bitkilerin altında kıpır kıpır bir şeyler ilerliyor, sesler duyuyoruz ama korkmuyoruz hiç. İnsanın canı acıdığında yüreği acımıyor genelde, o hale gelene kadar yürüyoruz işte. Sonbahar gelmiş, ten tene yine değdi. Suratımız, ayağımız, elimiz uyuştu yine.
Geçirdiğim bir haftanın bana nasıl olduğunu sorarsanız eğer, sonbahar gibi derim. Sapsarı, biraz turuncu, çokça kızıl renginde geçti. Kapıyı kırmadım hayır, merak ediyorsanız eğer. Üstelik son gün, o güzel evden çıkarken, balkonda son sigaramı içtim, kahvemden son yudumu aldım ve o kapı kolunu 32 derece yukarı kaldırabildim. Tırank diye kilitlendi o kapı, hiç nazlanmadı, hiç itiraz etmedi. Olanlara itiraz etmemem gerektiğini, ne oluyorsa hepimiz için çok daha iyi ve çok daha güzel olduğunu bir kere daha anladım. Sabah serinliğinde deriiin bir nefes alıp şehre veda ederken aklımda tek bir şey vardı.
Bu kadar yaprak nereye gidiyor?
Commentaires