Dokuz sene sonra bu şehirdeyim; Bahar'ın arabasında, arkada, sol tarafta oturuyorum; sağda Bahar'ın yavrusunun koltuğu var, adaşız, o da Ozan. Koltuğu var kendisi yok, akşama görüşeceğiz. Atina'dan -ayrılık- buhranıyla nasıl kaçtığımı bilememişim, araya en az 1500 kilometre koymuş olmak rahatlatıyor beni. Benden bir saat önce Melda varmış Paris'e, onlar beni beklemişler havalimanında, ben de gelince kadroyu tamamlıyoruz. Bahar'ın arabasında, sessiz sedasız dışarı bakıyorum. Trafik yoğun, havaalanından şehre giderken gördüklerim güzel değil, her büyük şehrin boktan binaları, sıkıcı otobanları işte. Hiçbiri umrumda değil. Arka koltukta oturmanın vermiş olduğu bir rahatlık olur, çok konuşmak istemezseniz; önde sevdikleriniz bırbır konuşur, onların sesini duyarsınız, müzik çalar onu dinlersiniz. Çok iyi gelir. Önde olsam şimdi, arkada Melda oturmuş olsa, bi şey dedi mi diye kafamı arkaya çevirmem gerekebilir. Arka koltukta olduğum için çok mutluyum, istediğim zaman muhabbete katılıyorum, istediğim zaman susup camdan bakıyorum. Hareket eden bir aracın camından bakmak ne de güzeldir hem. En son 9 sene önce gelmişim bu şehre, düşündükçe şaşırıyorum.
Parc des Buttes Chamon, 19. bölgede inanılmaz güzel bir park, evimiz parkın hemen yanında. Evimiz, Bahar ve Nico'nun ve Ozan'ın evi. Ev en sevdiğim türden, sürprizli, labirent gibi, oda oda içinde, aydınlık bir ev. Salondan, yatak odasından, o güzel kocaman pencerelerden baktığımda yemyeşil bir deniz görüyorum; ağaçların arasından -gözümün gördüğünce- yürüyen, gülen, koşan, öpüşen insanları da.
İyisiniz Parisliler, keyfiniz yerinde.
Biz de çıkıyoruz hemen, parka gidiyoruz. Rose Bonheur, gökkuşağı bayrakları ile, tahta masaları bankları ile, birbirinden tatlı kitlesi ile çıkıyor karşımıza parkın içinde. Bira, cider, rose hepsi masanın üstünde, canımız ne çektiyse artık, hoş geldik. Çocuklar etrafımızda, iş çıkışı bi şeyler içmeye gelmiş insanlar yanımızda. Hava pırıl pırıl. Uzun zamandır, insanların bu kadar birbirine benzemediği bir şehirde durup boş boş bakmamıştım. Boş boş bakıyorum yine; oynayan çocuklara, koşanlara, bankta sessizce sigara içenlere, oğlunu omzunda taşıyan babalara, sevgilisinin götüne şap diye vuran kadınlara.
Büyük, gelişmiş, bilinen şehirlere artık bilmem kaçıncı kez geldiğinizde, o en görülmesi gereken yerleri, o en görülmesi gereken müzeleri, o yenmesi içilmesi gerekenleri listeden çıkarıyorsunuz. Tatlı bi rahatlık oluyor üstünüzde. O rahatlık üstümde olduğu için Paris'ten bu sefer hiçbir beklentim yok, sadece 19. bölgede de kalabiliriz, her gün bu parka da gelebiliriz, her gün aynı şeyleri de yiyebiliriz, her gün aynı şeyi de konuşabiliriz. Evin pencereleri kocaman, sadece bomboş dışarı da bakabiliriz. Hepsine varım. Laf aramızda, pek de bayıldığım bir şehir değildir Paris, çok fazla sevmeyiz birbirimizi.
Melda, hafif yaralı ceylan halimi bildiğinden usulca, şefkatle yaklaşıyor bana. Bir şeyler düşünmüş, planlamış, okumuş, hatırlamış. İstersen diye başlıyor hep cümlelerine, ben zaten istiyorum. Canım sadece sevdiğim insanlarla uzakta, güzel geçtiğini umut ettiğim bir hayatın parçası olmak istiyor. Bir şeyleri ilk defa görmek, deneyimlemek, hissetmek yorucu bi his, ben yorulmak istemiyorum. Rayına oturmuş bir hayatın gözlemcisi olmak istiyorum. O yüzden bilmem kaç senedir Paris'te yaşayan Bahar'ın evinde olmak çok hoşuma gidiyor. Konuştuğumuz şeyler hangi müzeye gitmemiz gerektiği değil, Ozan'ı (minnoş olan) parkta bakıcısından kaçta alacağımız; hangi yemeği denememiz gerektiği değil, 19. bölgede bulunan ve Bahar'ın 'iyidir yemekleri yaa' dediği bi yerde Instagram'a fotoğraf ya da hikaye koymak zorunda kalmadan sakince yemek yememiz. Bunun dışında ise mekan hislerine her zaman güvendiğim Melda'nın, şuraya gidelim demesi hafifletiyor beni. Gidelim o zaman, sen gidelim dediysen gidelim, elbet güzeldir, elbet bilmem kaç sene sonra bir tatlı içki masasında hatırlarız. İlk gün park ve muhteşem bir Laos yemeği sonrası Bahar'ı Ozan'la evde bırakıyor, Melda ile başlıyoruz mahallede yürümeye. Orası mı olsun burası mı nasıl, aman da dur biraz daha yürüyelim derken Quai de Valmy üzerindeki 'Le Valmy' ismindeki mekanda buluyoruz kendimizi. Kanalın yanında, kaldırımda masaları olan gösterişsiz bir mekan. Dışarıdaki masalardan birine atıyoruz kendimizi, insanlara bakmak çok hoşuma gidiyor. Tek tip giyinmeyen, gösterişsiz markasız, ama hepsi şık olan, birbirinden farklı tipte insanlar çok güzel gözüküyor gözüme. Atina'da da, ondan önce yaşadığım Eindhoven'da da insanlar ve tarzları birbirine çok benziyor çünkü, ister istemez sıkılmışım bu durumdan. Atina'da da Eindhoven'da da biraz parası olan insanın nasıl göründüğünü, nasıl giyindiğini, hangi mekanlarda görünmek istediğini biliyorum. Parası olmayan insanların da. O dayatılan güzellik, zenginlik, dar gelirli estetiği burada yok oluyor benim içim. Paris'in çeşitliliği ve rahatlığı iyi geliyor. 20 dakikalık yürüyüşten sonra evde buluyoruz kendimizi, duş alıyor ve öyle güzel uyuyorum.
Ertesi gün Marais sokaklarında Berna ile yürüyoruz, Berna beyaz gömleği, şortu ve tatlı çantası ile tam bir Parizyen, gösterişsiz ama göz alıyor. Marais ise yüzlerce gökkuşağı bayrağı ile kalbimi çalıyor, yaşasın Queer Paris. Ayrıca yaşasın Queer dünya.
Berna’yla en son, o Atina'ya geldiğinde görüşmüşüz ama 10 gün önce görüşmüşüz gibi muhabbete dalıyoruz, sevdiğimiz insanları neden sevdiğimizi bize kanıtlayan durumlardan biri işte. Marais'de şahane bi öğle yemeği, birkaç kadeh şarap, tatlı dedikodular sonrası vedalaşıyoruz. Biz oradan Melda ile 'Promenade Plantée' yolcusuyuz. Bastille'den başlayıp Le Jardin Charles Peguy'de biten bir rota bu. 10 metre yükseliğinde bir viyadükte yürüyoruz, yaklaşık beş kilometre. Sağımızda solumuzda güzel Paris apartmanları ve evleri var. Önümüzde ise onlarca çeşit bitki ve çiçek. Viyadük üstünde ve yüksekte olduğumuz için bazen evlere, apartman dairelerine çok yaklaşıyoruz, şu hayatta en sevdiğim şey, başkalarının evine bakmak. O evlere bakınca kafamda küçük hikayeler beliriyor çünkü, hemen senaryoyu yazmaya başlıyorum. Kim yaşıyor, ne iş yapıyor, akşamları eve geldiğinde ilk yaptığı şey ne oluyor, her sabah duş mu alıyor, akşam mı duş alıyor, hiç mi duş almıyor, sevişiyorlar mı, çocukları var mı, o evde nası yemekler pişiyor, bunlar düşünmeyi sen sevdiğim şeyler. O esnada, o yaklaşık beş kilometrelik yolda usulca konuşuyoruz Melda’yla, arada sigaralarımızı yakıyor ve konuşmaya devam ediyoruz. Paris, sigara içen insanları yakmak isteyen zümreye sahip bir şehir değil çok şükür, iyi keyfimiz. Plastik bir şeyleri kullanıp çöpe atmayan insanlara kızmaktansa sigara içen insanlara elini kaldırıp mıhmıhmıh yapan hassaslarla boğuşuyoruz çünkü günümüzde. Ağzınıza üfledik sanki. Ayrıca başka derdiniz mi yok? Paris’in, hiç Paris’e benzemeyen bir mahallesinden metroya biniyoruz. O an deli gibi mutlu oluyorum, o herkesin övdüğü Paris’te değilim çünkü o an, başka bi yerdeyim, vasat bir mahalledeyim, gördüklerim güzel değil, binalara bakıp neden burada yaşamıyorum hissi yok. Şehir dediğin şey bu olmalı zaten, çirkinliğinden mutlu olmamız lazım.
Chez Prune’dayız. Yasemin ve Sam de Paris’te imiş meğer, önceki gün mesajlaşıp sevinmişiz, buluşuruz demişiz. Dünyanın en tatlı çalışanlarına sahip bi yer burası, herkes güleryüzlü, herkes çok dikkatli, müşteriyi boğmadan ilgilenen, iyi İngilizce konuşan çalışanlarla ihya oluyoruz. Masa yok etrafında oturabileceğimiz ama sincap gözlü, yakışıklı bir adam beklememizi öneriyor, kırık Fransız aksanıyla çatır çatır İngilizce konuşuyor bizimle. Bekleyelim diyoruz, sincap gözlere ikna olmamak mümkün mü?
Yıllardır herkesten duyduğum şeydir bu; Paris’te kimse İngilizce konuşmaz, herkes çok kendini beğenmiştir, herkes çok kabadır. 14 sene önce, ilk kez bu şehre geldiğimde de bunu hissetmemiştim ben, herkes elinden geldiğince İngilizce konuşuyordu, herkes - ayılık yapmadığımız sürece- kibardı, herkes şehir insanıydı işte. Benim Paris’i, Paris’in beni sevmemesi başka bi sebepler yüzündendi. Bütün gece süren inanılmaz güzel muhabbet sona ermek üzere, hesabı istiyoruz. Yasemin’in kocası Sam, ‘bagetleri gördün mü?’ diyor bana. Görmemek mümkün mü? Mekanın bi yerinde üst üste sıralanmış baget ekmekler var. Gördüğümü belirtip sonrasında muhabbetin nereye gideceğini merak ediyorum. Mekan kapanmak üzere ama onlarca baget orada. Sam, çalışanlardan birine seslenip baget istediğini ve ne kadar olduğunu soruyor. Parisli oğlumuz gülümseyip ‘tamam’ diyor, elinde kocaman bi bagetle geliyor. Para almıyor tabii ki, ‘bunu yaptığımı kimseye söyleme.’ diyor gülümseyerek. Ben tatlı tatlı boş ekmek yiyen Sam’e bakıyorum. Boş boş ekmek yiyenler eklesin.
Paris, benim için; aramızın iyi olmadığı bi şehirden, sırtımı okşayan bir şehre dönüşüyor bu tatilde. Gitmeden önceki gün Melda ile Montmartre’da aşırı turist olmak bile bozmuyor keyfimi, herkesin bir şehirde, başka bir hikayesi var çünkü. Melda’nın hikayesini dinleyerek yürüyorum orada, keyfim yerinde. Ayrıca SAKIR KÖR hala muhteşem bir kilise. Arada Stelios geliyor aklıma, bu şehre ne kadar hayran olduğunu hatırlıyorum; ayrıldığımızı, onun sabahları - tiksindiğim Fransızca şarkılar dinlediğini - artık ona sarılamayacağımı hatırlıyorum. Bana 40 kere Paris’e gitmeyi teklif ettiğini, her seferinde ağzımdan öfke saçarak o şehirde işim olmadığını söylediğimi hatırlıyorum. Şimdi onsuz bir hayata adım atarken bulunduğum ilk şehrin Paris olması beni şaşırtmıyor. Hayat galiba elinin tersiyle tokat atıyor hepimize. Hayat garip, nerede nasıl iyileşeceğini bilmiyor insan. Ön yargıları dünyanın en değerli şeyi olmuyor demek ki .
Bahar’ın ve eşinin, ve o güzel oğlunun evini; Melda’nın bana ürkekçe gösterdiği şefkati, gördüğüm onlarca güzel insanı, o şahane parkı, kadehlerin ağzımıza değdiği anı ve sigaramı paylaştığım o güzel insanı asla unutmayacağımı biliyorum.
Laf aramızda, olabildiğince barıştık Paris’le, biraz seviyoruz artık birbirimizi.