Yazı yayınlanma tarihi: Haziran 2018 (www.themahmut.com)
Sanat ve sanatçı mevzusu benim uzaktan, biraz mesafeyle ve tatlı bi gülümseme ile izlediğim bir mevzu. Daha doğrusu, lisedeki futbol takımında oynamak isteyen ancak kabiliyeti olmayan bir ergen gibiyim. Çok şey bilmek, çok şey anlamak, eserler, sanatçılar hakkında uzun uzun konuşmak istesem de kıtık vizyonum buna pek izin vermiyor. Yine de elimden geleni yapıp en azından belli başlı akımları öğrenmeye, fırsatım olursa sanatçıları ve onların eserlerini keşfetmeye çalışıyorum.
Dün Viyana'dan döndüm. Daha önce sayamadığım kadar çok kez bulunduğum bu şehirde "denizde kum, Viyana'da müze" sloganı geçerli olduğu için çok kısıtlı zamanım olsa da müze ve sergi görmek istedi canım. İlk aklıma gelen delice sevdiğim Egon Schiele'nin eserlerinin olduğu Leopold Müzesi'ne gitmekti ancak daha önce iki kez gördüğüm bu sergiye giderek kendimi tekrarlamak istemedim.
Çünkü bi şeyi çok seversem ona kafayı takma huyumdan vazgeçmeye çalışıyorum. Hayatım çok sevdiğim şarkıları şuursuzca, binlerce kez dinleyerek; bir bar / cafe sevdiysem ondan başkasına gitmeyerek geçti çünkü. Yavaş yavaş bu halimden sıyrılmaya çalışıyorum, o yüzden de çok sevdiğim Egon Schiele'ye uzaktan selam verdim ve pop-art ve graffiti denince akla ilk gelen sanatçılardan Keith Haring'in sergi afişleri Viyana sokaklarında gözüme çarpınca kendimi Albertina Müzesi'nde buldum. Pop-art zaten benim gibi bir sanat sığırı için mükemmel bir olay, en Instagram uyumlu, en çok layklı sanat akımı sonuçta. Sığır olduğumu söylemiştim değil mi?
Ve fakat Albertina, bünyesinde 65000 civarında resim / tablo, 1 milyona yakın usta ressam baskısı barındıran bir müze olduğu için şüphesiz gezilecek tek sergi Keith Haring sergisi değildi. Müzenin daimi / kalıcı koleksiyonu Monet to Picasso ismini taşıyor. Empresyonizm, post-empresyonizm, alman ekspresyonizm, Rus avant-garde akımlarından eserlerle ruh okşuyor bu koleksiyon. Sağa dönsem Monet, sola dönsem Cézanne, önüm Kokoschka, arkam Chagall. İnsan daha ne ister?
Bu yazının konusu ise Monet to Picasso sonrası birinci kata indiğimde (müzelerimizi yukardan aşağı inerek gezelim lütfen arkadaşlar) karşıma çıkan muhteşem koleksiyonun sahibi Florentina Pakosta hakkında. Tanıdığım, aşina olduğum, hakkında üç beş şey bildiğim sanatçıların eserlerini görmekten haliyle zevk alsam da benim için bir müzede, karşıma daha önce hiçbir eserini görmediğim bir sanatçı çıkarsa, işte asıl o zaman deliler gibi mutlu oluyorum. O mutluluğu da Florentina Pakosta sayesinde yaşamış oldum. Sergi salonuna girer girmez gördüklerimden çok etkilendim ve daha önce hiç bilmediğim bu muhteşem kadının bize kalbinden, beyninden ve ellerinden teslim ettiği eserlere hayran hayran baktım.
Florentina Pakosta 1933 senesinde Viyana'da hayata merhaba diyor. Viyana Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde okurken, okuduğu dönemde aynı zamanda Prag'da, Paris'te, Amsterdam'da ve Venedik'te bulunuyor. 1962 senesinde, sadece 29 yaşındayken, eserleri Viyana'da, Galerie Fuchs'ta sergileniyor. Kadına karşı ayrımcılığın sadece hayatta değil sanat dünyasında da oldukça belirgin olduğunu en çıplak haliyle sergileyen çalışmalara imza attığı için, önce tabii ki oldukça sert şekilde eleştiriliyor. Çünkü, -yine çok değişmedi ne yazık ki- ama dünya erkeklerin dünyası. Elinin hamuruyla sanat işine karışan Florentina neyse ki kimseyi sallamıyor ve son sürat çalışmalarına devam ediyor. Erkek sanatçıların kadınları illa ki bir arzu nesnesi ya da ilham perisi olarak göstermelerinden sıtkı sıyrılan Florentina bacımız, şahane bir feminist olarak atıp atabileceği en büyük tokadı atıyor sanat dünyasına 1970'li yılların başında. Erkek olduğunu düşündüğümüz, ancak çoğunlukla cinsiyetsiz portrelerle ve çehrelerle çıkıyor karşımıza. Bakır oyma tekniğinden ilham aldığı, geometrik şablonlarla bezeli bu çalışmalarda kimse güzel ya da yakışıklı değil. Büyük kulaklı, şapsal suratlı, kel ve karikatürize edilmiş -erkek zannettiğimiz- insanları görüyoruz.
60'ların başından beri inatla ve haklı olarak, feminist bir kadın olarak sanat dünyasına katkıda bulunan Florentina Pakosta 1971 senesinde Vienna Secession hareketine üye oluyor. 1897 senesinde Gustav Klimt, Josef Hoffmann gibi tanınan sanatçıların desteğiyle, konservatif ve klasik Avusturya sanat akımlarına karşı gelen bu hareketin ilk kadın yönetim kurulu üyesi oluyor aynı zamanda. İlk yaptığı iş ise Secession hareketinde bulunan kadınların eserlerinin olduğu bir sergi düzenlemek oluyor. You rock Florentina!
80'lere geldiğimizde portreler daha da ilginç bir hale geliyor. Stensil tekniği kullanmaya başlayan Florentina Pakosta, ağızdan çıkan testereler, kafanın üstünde bulunan silahlar ekliyor erkek çehrelerine. Mengeneyle sıkıştırılmış kafalar, agresif tavırlar bulunuyor çalışmalarında. Bir yandan da tıklım tıkış kalabalık ve aynı şablonu tekrar eden eserlere imza atıyor. Kafalar, ayakkabılar, birbirin aynısı nesneler.
Günümüze en yakın zamanda ise bizi bir anda ters köşeye yatırıp, sadece üç renk kullandığı soyut çalışmalarla devam ettiriyor kariyerini. 1988 senesinde, bu eserlerinin güzelliği ve hoşluğu geleneksel olarak temsil etmediğini ancak insanları düşünmeye ve hissetmeye teşvik etmek istediğini itiraf ediyor.
Bugün kendisi 85 yaşında, hala yaşıyor. Onuruna verilmiş onlarca ödülle, adına düzenlenmiş retrospektif sergilerle sanat hayatında dimdik duruyor. Ben onu tanıdığım için, eserlerine hayran hayran bakabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bir gün bir binanın içine giriyorsunuz, bir başkası sizin hayallerinizi, düşündüklerinizi, hislerinizi temsil eden ya da tamamen onlara benzemeyen şeyler yapmış oluyor. Ya da sizin asla düşünmediğiniz şeyleri düşünebilip bi de onları sizinle paylaşıyor. Siz bakıyorsunuz, seviyorsunuz, nefret ediyorsunuz, kızıyorsunuz ama ortak bir histe buluşuyorsunuz. Bu çok büyülü bir şey.
Benim için bu sergi sonrası en tatlı anıyı anlatarak yazıyı bitireyim. Sergiden çıktık, çok çok sevdiğim kuzenim Yavuz da benimle gezdi sergiyi. Bir yerlerde yemek yiyeceğiz, Yavuz eşine, Tamara'ya haber verdi işte şurdayız gel diye. Tamara geldi, nasıl geçti gününüz, iyi miydi şu muydu bu muydu... Geyik yapıyoruz. Tamara da Avusturya'da bir bankada çalışıyor 12 senedir, kariyerine de şubede başlamış. "Keith Haring falan güzeldi ama asıl çok güzel bi sergi vardı, Avusturyalı kadın bir sanatçı, ismi Florentina idi." dedim.
Tamara gözlerini bana dikip "Pakosta di mi?" dedi.
Ben Tamara'nın deli bir sanat aşığı olduğunu zannedip şaşırdım önce. Düşünsene adını söylediğinde soyadını söyleyecek kadar çılgın bir sanat aşığı. Sonra döndü bana "İlk işe başladığımda ben onun, bizim bankada müşteri temsilcisi idim , çok tatlı bir kadındır, çok severim." dedi, içkisinden bir yudum aldı. Sanat heyecanıma yine kurumsal kimlik balta vurdu ama olsun. Artık şubede çalışmadığı için ne kadar olur bilemem ama, görürse selamımı ve sevgilerimi iletmesini söyledim Tamara'ya. Six degrees of separation bizim işimiz sonuçta.
Umarım bir gün selamım Florentina Pakosta'ya gider.