Taksiye bindiğimde şoför yanına, sağ ön koltuğa oturmam. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmem, bunun üstüne düşünmem, bunu sorgulamam, sadece oturmam, ne münasebet. O gün öyle olmadı ama; ben çaresiz başı kesik bir tavuk gibi sulukar altında Sarı ile yaşadığımız evden sonra taşındığım evin kötü(msü) mahallesinde, mezarlık duvarına sırtımı vermiş çaresizce önümden hızla geçen ve bana su sıçratan taksilere bakar ve küfür ederken, içinde müşterisi olan bi taksi durdu. Şoför genç çıktı, en fazla 30 diyelim bi Yorgos. “Nereye gidiyoruz?” dedi bana.
Elimde kocaman valiz var zekası düşük, nereye gidiyorum sence? Havaalanı olabilir mi mesela? Demedim. Gözlerimi devirdim şıkır şıkır, benim de devrilen gözlerim ona çarptı, anladı durumu.
Yunanistan’da dört buçuk senedir yaşayan biri olarak alışıktım bu Yunanca birinci çoğul şahıs kipine. Kahve aldığım mekanda da sorarlardı;
“Günümüz nasıl?”
“Bugün nasılız?”
Yemek yemeye gittiğimiz mahalle mekanında kavruk bi gencecik oğlan gelir sorardı ;
“ Ne yiyoruz?” “Bugün nasılız?”
- Bok gibi aşkım bok gibiyiz. -
- Bok yiyoruz aşkım bok gibiyiz. -
Bok gibiydim gerçekten. Sarı’yı, evimizi, terası, terasta benim asla ilgilenmediğim ama onun aşkla her sabah selamladığı o çiçekleri, Atina’nın o deli göğünü özleyip ağlıyordum. İçiyordum, ağlıyordum. Ağladıkça açılıyor, açılmak istemediğim için yine içiyordum. İçip ve ağladıktan sonra Souvlaki ısmarlıyordum. Sabahın üçünde çalıyordu zilim, et koka koka. Bin beş yüz kilo olmuştum bir de. Ay ne şaşırdık. Her görenin gözünü devire devire ‘Hmm biraz kilo almışsın.’ dediği o dönem. Sabahları aç karnına sekiz sigara da bonus. Merhaba kalp krizi. Sana düştü çünkü. Gerizekalı. Ağzına oturunca anlarsın ne kadar kilo aldığımı. Aptal. Lütfen sinirlenme Ozancığım. Ben bilmiyorum sanki kilo aldığımı.
Tek derdim İstanbul’a gidebilmekti, yeni yıla tek başıma, son iki senedir mutsuz olduğum, son altı aydır tek başına olduğum bu şehirde, zavallı bir ayyaş gibi girmek istemiyordum. Çok makul bir istek değil mi?
Ağlamak üzereyken, o hayatta binmem dediğim şoför yanı koltuktaydım, arkada adının Eleni olduğuna emin olduğum kadın vardı, binince ona dönüp çaresizce teşekkür ettim, gülümsedi. O Syntagma Meydanı’nda inecekti, biz yolumuza devam edecektik. Önümüzde nereden baksan kırk kilometre. O bilinen yollar, o en az yirmi üç kere beklediğim ışıklar, o kaldırımdan yürüyen o yakışıklılar geçti gözümün önünden ben sağ elimin tırnaklarını yerken. Eleni indi. Sonunda. Hiç inmeyecek gibiydi çünkü. Biz (ben ve Yorgos) benim eski, Sarı ile yaşadığım mahalleden geçerek otobana çıktık. Uzun uzun baktım pencereden, gözüm dolarak baktım, ellerimi nereye sokacağımı bilemeyerek, onu özleyerek baktım. Radyoda ‘Erdoğan’ dediklerini duydum. Yorgos’a -beni anla diyerek-baktım, Yorgos beni anladı. Kanal değişti.
2020 geliyordu, ben beş bin sene sonra İstanbul’da girecektim yeni yıla. Şişman, mutsuz, karamsar, bok gibiydim. Gittiğimde bana bütün bunları hatırlatacak her bir insana sabırla gülümsemek zorundaydım. Ben şişman değilim. Ben şişmanım. Ben mutsuzum. Yoo ben mutluyum. Ben karamsar değilim. Ben karamsarım. Ben bok gibiyim. Ben asla bok gibi değilim. Sakin sakin konuşmam gerekiyordu, ben sakin olmaktan çok uzaktım. Atina’yı yakmak istiyordum. Göğe doğru kızıl kızıl uzandığını görmek istiyordum alevlerin.
Uçağın kalkış zamanından en az iki saat önce havaalanında olmazsam küçük kalp krizleri geçiren ben, telefonun saatine bakıyor, bir saat 20 dakika kaldığını görünce az daha ölüyordum. Ölmeye yakın, arabanın ön camından göğe baktım; şakır şakır kar yağıyordu artık, Atina Eleftherios Venizelos Havalimanı’na giden otobanda ben ve Yorgos, bir de bize gökten eşlik eden çoğaldıkça çoğalan kar taneleri vardı. Yol boştu, en geç 12 dakika sonra ben terminal binasının kapılarının birinde olacaktım, İstanbul’a gidince içeceğim rakının ilk yudumu, göreceğim o güzel çift gözler, o gülümseler aklımdaydı, biraz rahatladım.
Bana solumdan bir genç kardeş gibi bakan Yorgos, rahatladığımı anladı. Önce bi bana bakıp gülümsedi, sonra bi yola baktı, kendi dilinde bi şaka yapıp kendi kendine güldü. Bi süre sustu, radyoyu kapattı, kar yağıyordu, camları araladı, onunkini de benimkini de. Kar sesine kesilmişken biz, Yorgos sağ kolunu benim sol koluma dokundurdu. Böyle bir dürttü beni. Bilmediğim, tanımadığım biri bana dokunsa olay çıkarırdım normalde çıkarmasına da ne gücüm ne modern dünyamızın ruh hali vardı üstümde. Ona baktım, işaret parmağıyla ön camı gösterdi.
Deli gibi kar yağmaya başlamıştı. Benim sinirlerim bozuldu, gözlerim doldu.
DİS İZ MADZİK dedi gülerek. Atina’da deli gibi kar yağıyordu. Bu bir büyü, bu bir sihir idi. O ağır Yunan aksanıyla ‘magic’ kelimesini MADZIK deyince gökten düşen kar tanelerine baka baka döktüm ben de gözümün yaşlarını. Dizlerimin bağı çözüldü, ruhum kendini buldu, yüzüm haftalar sonra güldü. Yorgos’a baktım kafamı sola çevirip. Of ne de yakışıklıymış. Uçağa yetiştim, koşmama gerek kalmadı, telaşlanmadım, olay çıkarmadım. Yorgos’un o güzel suratı hep aklımda kaldı. Ben kapıdan içeri girdiğimde kar iyice bastırmıştı; ben taksi şoförü olsam endişeden altıma sıçardım, Yorgos sadece tatlı tatlı gülümsüyordu. Ben Atina’ya yeni yıldan bir gün evvel veda ediyorum, Atina beni göğün tam ortasına atıyordu. 2020 hoş geldin. M Ü K EM M EL B İ R S EN E O LA C A K.
D i S iZ MADZiK