Yazlık yerin insanın içini açan, herkesin o çok sevdiği hafif sararmış mavisiyle mest olmuşum. Dalgasız dümdüz öyle güzel denizler çıkıyor karşımıza, palmiyeler gizliden gizliye, gösterişsiz salınıyor. Yokuş çıkıyoruz, deniz yerini boz kayalara, cılız otlara, sarılıklara bırakıyor. Çok değil bir iki dakika sonra yine selamlaşırız. Aspat'ın tepelerinde camdan içeri giren hava yüzümü tokatlıyor, arabadaki gülüşmeler ruhumu okşuyor ve ben çok zaman sonra o ferah, soluk maviye durgun gözlerle bakıp ne kadar zaman geçtiğini hesaplamaya çalışıyorum. Bir arabada, sevdiğimle, koylara körfezlere, ağaçlara otlara, tepelere yollara bakarak gitmeyeli, bi şarkıya mırıldanarak eşlik etmeyeli ne kadar oldu? Bi şey kokuyor. güzel bi şey kokuyor. Kekik gibi ama daha farklı bi şey var ya o kokuyor işte değil mi? Bi ismi vardı onun ama neydi. Evet evet o kokuyor.
Çok senesi var Bodrum'a gelmeyişimin, en az on yedi. Bahsedilen, gidilen o çok bilinen barda herkesin çalınca 'vaaaay' deyip ellerini yavaşca havaya kaldırdığı o şarkıyı söylememin üstünden de ne kadar zaman geçti. O gençlik halleriyle sahilden odaya dönünce duşunu aldın, kremini sürdün, saçını bi şekil bi şekle soktun. Ne giyeceğini seç, parfümünü sık, aynada bir kendine bak. Kendine güvenen, kendinle barışık biri olmadığını bilmene rağmen aynada gördüğünün güzel olduğuna kendini inandır. Sonra bi yerlere gitmişiz oturuyoruz, masanın üstünde muhtemelen soğuk biralar var, belki şımarıklık yapmak istediysen votka söylemişsindir, içinde en ucuzundan, şekerli, kötü bir meyve suyu. Senin gözüne kimin gözü değiyor, sen kim sana baktığında heyecanlanıyorsun, aslında biliyorsun bir de. Kötü meyve suyu boğazından geçerken bakışını kaçırıyorsun, bakmak istediğin başka yerde çünkü, 'o'nun gülüşünü istiyorsun delice aslında.
Karaincir'de çarşaf gibi denizin içinde kendi kendimin suyla buluşma sesini dinliyorum. Denizin ortasında iki tane salıncak bırakmışlar, Instagram fotoğrafları için yapılmış olduğu çok belli. Yavaşça attığım adımların beni götürdüğü, kendimi suya bırakmaya karar verdiğim yerde , o anda çıkan o sesi; biraz tedirgin edici, korkutucu, ama uzun vadede bana iyi geleceğini bildiğim o sesi duyuyorum. Bana ne yaptığımı, ne istediğimi soran; beni biraz zorlayan, sıkıştıran o suyla birleşme sesini. Daha detaylı anlatabileceğimi zannetmiyorum ama işte o ses. Denizde sadece ben varım, nefesimi duyuyorum. Konuşmak istediğimi, bir şeyler söylemek istediğimi kendime itiraf ediyorum ve o anda yavaşlıyor, kafamı sudan bi çıkarıp bakıyorum. Denizin üstü güneş batımını üstüne örtmüş, sıcak sarı gözüküyor. Duruyorum ve derin bir nefes alıyorum: iyi ama ne diyeceğim, ne söylemek, ne yapmak istiyorum? Uzun zamandır aklımın bir köşesinde yer etmiş bir davetin, bakışın, gülümsemenin, fırsatın bana neler vaat ettiğinden de, benim tüm bunlardan ne beklediğimden de emin değilim asla. Zamanı bir türlü gelmeyen bir şey, ne olduğunu bilmiyorum. Kavuşma mı sevişme mi buluşma mı, yüz yüze gelip meramımızı anlatma mı? Hiçbir şey olmuyor, zaman geçiyor, ben duruyorum, uzun süredir hareket edemiyorum. Bir insandan mı, şehirden mi, andan mı, yeni bir maceradan mı bahsediyorum yoksa hepsinin birbirinin içine en kilidi açılmaz şekilde geçmiş halinden mi? Ben her seferinde daha cesur olacağıma söz veriyor ve sözümden binbir bahaneyle, kendimi çok da haklı görerek cayıyorum. Uzun zaman sonra çok özlediği birini gören insanın saçma bi tedirginliği oluyor üstümde her seferinde. O tedirginlik binbir bahaneyi hesapsızca, bir ivedilikle yaratıyor. Bir ara bir şeyler olacak diye kendimi inandırıp, görünmez olduğumu zannediyorum.
En son gördüğümde, havaya kaldırdığı sandalyeyi atmaya hazır gergin bir şekilde bekliyordu. Hemen yanına koşup duruma el koyduk; birimiz 'gerizekalı mısın lan sen!!' diye bağırdı, diğerimiz hemen elinden sandalyeyi kaptı, ben izledim. Sonra böyle 22 yaşında nasıl 'erkek' olunur gösterdi bize küfrede küfrede. Vay efenim nası engellermişiz, vay paşam gidip bir dövecekmiş onu, vay sikerler aman sokarlar. Ben sakinleşip bira içmenin derdindeyim. Neyse, çok değil, on on beş dakika sonra gırgırın şamatanın ortasında buluyoruz kendimizi şükür, 'erkek'liğini ardında bırakmış, kavganın şakasını yapmaya başlamış bile. Ben ilgilenmiyorum, gözüm yine başka yerlere, kimselere değmek istiyor. Heyecanlandığım, peşine düşmek, keşfetmek istediklerim kafamın içinde tatlı tatlı bekliyor, birikiyor, beliriyor. Yazlık yerin, yaz akşamının verdiği bir his var, o hissin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Cesaret diye özetlerim özetlesem ama değil işte; daha dallı budaklı, daha derin, daha görünürde olmayan, karanlık bir his. Ertesi gün nerede yüzeriz, onu konuşuyoruz, konuşuyorlar daha doğrusu, ben konudan kendimi tamamen çekiyor, kararı da onlara bırakıyorum.
Olması gereken şuydu, ben denizden çıktıktan sonra şezlongumu gölgeye sürükleyip uzanmalıydım. Sevdicekler konuşurken muhabbetlerini daha az duymaya başlayıp, tanımadığım insanlardan gelen, dinlemediğim ama duyduğum şeyleri tamamen kendimden uzaklaştırıp gözlerimi kapatmalıydım. Sadece deniz sesi kalmalıydı, burnumun ucundan hafif esen rüzgarın dokunuşu bir de. Aksine, anlık telaşlarla, endişelerle kalp atışım daha da hızlanırken buluyorum kendimi, nefesim bazen sıklaşıyor, gözümün önüne mutsuz ve üzgün o suret geliyor, ağladığını, yardım edemediğimi, bundan ne kadar da sıkıldığımı hatırlıyorum. O an çekip gitmek yerine neredeyse bir sene daha durduğumu hatırlatıyorum kendime. Bunu hani bir daha yapmayacaktım, artık ne istersem anında adım atacak, ne hissedersem tereddüt etmeden dile getirecektim. Dün ne güzel geçti halbuki, ne neşeliydim, gülmekten ne kadar yorulmuştum. Gözüm denize takılıyor, dupduru, tek rengi olmayan bir su. Güneşi tam karşımıza asmışlar, yerinden kıpırdamıyor, kaçmanın imkanı yok. Denizin masmavi, pırıl pırıl olduğunu ancak içindeyken anlıyorum. Yoksa baktığım şey gözümü renksizliğiyle yoran, çarşaf gibi dümdüz bir grilik. Her zaman gülerek bakan ve söylenenleri gülerek dinleyen o cılız çalışanın üstünde kötü kırmızı, kötü dikişli, üstünde Türkiye bayrağı olan bir tişört var. Soda mı abi? Evet bir soda lütfen. Soda geliyor, sağımdaki plastik masaya bırakırken kötü kırmızı tişörtün gölgesi göbeğimin üzerine düşüyor. Her gün aynı tişörtü giymiyorlardır herhalde diye düşünüyorum, tamam Ekim ayı, ölümcül bir sıcak olmasa da şezlongları güneşten kaçırıyoruz nihayetinde, onlar da yürüyor, servis yapıyor, mutfakta duruyor, terliyorlar muhtemelen. Yaşasın ülkemiz! Kaç tane Türkiye bayraklı, kötü kırmızı renkte tişört yaptırabilirler bir yandan da? Terliyorum, bunalıyorum ve kendimi karşıdan gri, içerden masmavi Yahşi denizine bırakıyorum. Dün eşekler gibi gülmüş, içmiş, tepinmişiz, ben hayatımda ilk defa denize gece girmişim. Kendime biraz geç kalsam da unutmayacağım bir an bırakıyorum.
Körfez’e giderken mi dönerken mi ona rastlıyoruz; bizim sınıftan, yüzücü, çok da muhabbetimiz olmayan bi arkadaşımız. Öğretmenler tarafından allancezaları olarak adlandırılan bir erkek arkadaş grubuna dahil ama üstüne gitmiyorlar, koca okuldan çıka çıka bi profesyonel yüzücü çıkmış sonuçta, kulacına, torsosuna sağlık. Muhabbetimiz olmayan ama bize çok zararı da olmayan biri. Biriydi yani, üstünden geçmiş kaç sene. Tek başına bir mekanda birasını içiyor, omuzları hala geniş, bedeninin üstü uzun, vücudu hala güzel.Yüzündeki o salak ifade biraz gitmiş, ifadeleri oturmuş, sağ eliyle terlemiş bira şişesini sıkı sıkı tutarak selamlıyor bizi. Karşısına mahşerin bilmem kaç atlısı gibi diziliyoruz, bizi lisede nasıl bıraktıysa öyle karşısındayız. O zaman gurur duyuyoruz bununla, o da biraz bize özendiğini belirten cümleler kuruyor, o kimseyle görüşmüyormuş, herkes yoluna gitmiş. İşte o zaman bi belli etmemeye çalışır gibi üstten üstten gurur duyuyoruz kendimizle; nasıl da hala beraberiz, biz hiç birbirimizden ayrılmayız zaten, olsa şimdiye kadar olurdu. Yirmi iki yaşında hayatın kontratını imzalamışız, kalemlerimiz gömlek ceplerinde.
Yarın gitmeden nerede denize girsek? Seneye yine gelelim değil mi? Gelelim tabii ki, çok iyi canım burası, seneye başka yerde kalalım ama. Vedalaşıyoruz, hem onunla, hem Bodrum’la. Son akşamda kendimi şımartma eşiğim arşa çıkıyor. İki votka limon. Sayıyla iki.
Üç kedi, bir köpek, dört insanız. Evin içinde emaye tencereler, bardaklar, seramik tabaklar çanaklar, film afişleri, sanat kitapları var. Mermer merdivenler, alt katın verandası, üst katın balkonu, yan evin begonvili var. Beklemediğimiz içten bir davete uyduk, çok mutluyuz. Ben mutluyum en azından, benim kadar mutlu olmayan elbet vardır. Sorumluluk almaktan ölesiye korkan biri olarak yine anlamsız hayallerimi kuruyorum. Keşke benim de böyle bi evim olsaydı, keşke ben de burada bu bahçede otursam, bu çok sevdiğim muhabbete doyamasam, kedilerime köpeklerime baksam. Kedilerin bir tanesi koca yeşil gözlü, bildiğin yanaklı, boynundan aşağısını okşarsan sinir krizi geçiriyor ama söz dinleyip sadece kafasını ve boynunu okşarsan kucağından inmiyor. Verandada otururken 3-4 kere geliyor bana. Üç günlüğüne gittiği bir yere, şehre, mekana oltasını atıp bağ kurmaya çalışan bana iyi gelmiyor bu. Bu bağ kurmaya teşne olduğumu zannetmemden çok sıkılıyorum. Sen ev almak istemiyorsun, sen tek bir evde tek bir şehirde yaşamak istemiyorsun, sen birine aşık olmak istemiyorsun, sen köpeklerden de kedilerden de bir süre sonra sıkılacaksın biliyorsun. Dönme fikrinden hoşlanmıyorum, seneler sonra çok başka biri olmanın, bakmak istediklerime artık hesap vermeden, kendime gönül koymadan bakabilmenin, baktığım gözlerin bana -bir şekilde- cevap vermesinin rahatlığı var içimde. O rahatlıkla biraz burada durasım var. O Bodrum’dan bu Bodrum’a renklerim canlanmış, yaşım artmış, kalbim ritmini bulmuş, ellerim nereye dokunmak istediğini öğrenmiş. Kumbahçe’de üstümüzde gri bulutlarla şezlongda uzanmışım, tanzimat döneminde yazılmış bir öteki hikayesi okuyorum. Laflar evirip çevrilmiş, süslenmiş çiçeklenmiş, zerafete, saflığa adanmış. Gizliden gizliye iltifatlar, dokunsan kırılacak övgüler; bundan hoşlanıyor muyum yoksa bu beni rahatsız mı ediyor anlamıyorum. Üstünden kaç sene geçtiyse, o kadar sene önce burada olan ben belki bu cümlelerden heyecanlanır, bu cümleleri başucuna yazıverirdi. Şimdi böyle şeylere değil, başka kararsızlıklarımla, başka hayranlıklarımla, başka yapamadıklarımla ilgileniyor, onları çözmeye çalışıyorum. Yahşi’de, Karaincir’de olduğu gibi yine kendimi suya bırakırken o ses çınlıyor kulaklarımda, huzursuz oluyorum.
Kumbahçe’de yağmur atıştırıyor, Sibel’e ‘e yağmur yağıyor, ben yüzeyim biraz’ diyorum. Gülümseyip ‘git bakalım’ diyor. Birazdan Başak gelicek. Bence bi bira içer, biraz konuşuruz. Güneş bugün çok güzel batacak, son gün her zaman her şeyin en güzelini gösterir.