Merhaba canım benim, Burgaz’da deniz kenarında bir bankta oturuyorum. Seninle Burgaz’a geldik, nereler gördük görmesine, buraya da geldik. 2018 ayının hiç de fena olmayan güneşli bir Mart gününde burdaydık, hatırlarsın. Senin çok insanla karşılaşmaktan sıkıldığını itiraf ettiğin, sonra ben bu dediklerine delirip, gözlerimi belerttiğim, buna rağmen asabımı boza boza kendini sakince savunduğun tatilimiz. Avukatların şeRRefsiz olduğunu hep biliyorduk. Benim şehrime geldin, sevdiklerim seni sevdiceğim diye biliyor ve sana ilgi gösteriyorlar, rakı içiyorlar, seninle İngilizce konuşuyorlar ve sana hep gülümsüyorlar. Oldukça şaşırtıcıydı gerçekten. Sıkılmakta haklısın, çok konuştuk. Deme Takalın ne diyor?
‘Kalbini mi kırdım, affedersin.’
Karşımda ‘Çelebiler’ isimli bir kayık var, ucunda yaşlıca bir adam oturuyor, görsen yine anadilinde sevimli bi şey söylerdin. Hodros galiba o kelime, hodrulaki de olabilir. O da hodros’un küçük versiyonu. Etine butuna dolgun insanlara söylerdin, politically incorrect olmamak için fazladan önem göstersem de çok gülerdim bunu her dediğinde. Beni çok güldürürdün. Bazen.
Bir kere ayrılmamıza yakın bi zaman terasta hatırlamadığım birinin taklidini yapmıştın, sinirlerim bozulmuştu dakikalarca gülmüştüm. Seni uzun zamandır bu kadar tatlı görmemiştim. Ben gülerken ciddileştin, gülümsedin, bana dönüp ‘Seni uzun zamandır böyle gülerken görmedim.’ dedin. Sebebini biliyordum, sen de biliyordun eşek; birbirimizden sıkılmış, kendi karanlık dünyalarımıza dönmüştük çünkü tam da o zamanlar. Uzun zamandır gülmüyorduk. Senin üzgün ve güzel suratına faça atmamak için on kere nefes alıp veriyordum her seferinde, ben sen gelmeden dört saat önce sen geleceksin diye içmeye başlıyor (çünkü deli gibi sıkılıyordum) , akşam yemeği yaptığım için ‘her şey normal’ zannediyordum. Bezelye varsa aramız iyi. Oysa bok gibi, dayanılmaz bir sarhoştum. Sen de korkunç bir mutsuzdun. Günde taş çatlasa 11 dakika konuştuğumuz o günler; sen bi saat içinde yatağa, ben elimde telefonla salona gidiyorduk. Grindr’da kimler varmış, Atina Hilton’da kimler kalıyormuş.
Arada önümden galeta, fındık fıstık satan Algida şemsiyeli el arabasını neşeyle iten başka bir adam geçiyor. Burgaz’a geri döndük, anlamadıysan. Şu andayız. Biraz önce vapur yanaştı, diğer adalara mı yoksa Bostancı’ya mı, belki de Kadıköy’e mi ve hatta yuh belki de Kabataş’a mı gittiğini bilmiyorum. Hoş Kabataş’a Kadıköy’e uğramadan gidemez ama seni bu ayrıntılarla boğmayacağım. Bostancı’nın benim semtim olduğunu hatırlarsan sevinirim. Benim hakkımda bir çok şeyi -bilerek olduğunu düşünmüyorum ama- unuttuğuna eminim çünkü. Bostancı benim semtim. O çok sevdiğin ablamla ortak evimiz de orada, tanıştığın annem babam da bir üst sokağımıza oturuyor. Babamın neşeli neşeli İngilizce konuşmasını taklit edip ‘Mahmutako mou’ diyen ben değildim. Biraz onu aklına getir, nerede yaşadığımızı hatırla. Bostancı. Biz o şahane terasımızda o konuşmayı yapalı 18 ay oldu, belki daha fazla. İnanılır gibi değil, suratın, sesin, konuşman, ellerin, o kollarındaki güzel sarı tüylerin, o birbirinden farklı büyüklükteki gözlerin aklımda kalsın diye çabalamama inanamıyorum. Zor geliyor; seni unutmamak için çaba sarf etmek çok zor geliyor. Geçende Sibo’nun evinde ona itiraf ettim; seni unutacağım diye ödüm kopuyor; sesini, mutluyken ne kadar yakışıklı olduğunu, ayrık dişlerini, ince dudaklarını, o tatlı üstten bakan hallerini, o güzel damarlı ellerini, o hiç ponza taşına gerek olmayan ayaklarını unutmaktan çok korkuyorum.
Ben bugün Burgaz sokaklarında senin için de yürüdüm, sana ne gösterdiysem kendim de -yine- gördüm, seninle nerde oturduysak orada da oturdum. Kilisenin kapısını yine açmaya çalıştım, yine açamadım. Gerisi onlarca kedi, onlarca köpek, Kalpazankaya dolaylarında onlarca tavuk ve horoz. İnsan bi atkı alıp, boğazını hafifçe sıkıp, biraz inleye inleye saatlerce yürüyebiliyormuş. Tabanlarım sızlarken, İstanbul’un iğrenç betonlarına bakarken, seni aldattığım günün rotasında yürürken ben burdaydım. Sen nerdesin bilmiyorum.
Dünya yandı, biz delirdik. Sen aklımdasın.