Çam ağacının dallarına konmuş, bir yandan da sağa sola savrulan, havada başıboş dolanan kara büyülenmiş gibi bakarken ve karşı apartmanda kaçıncı katta olduğunu hep karıştırdığım o koca kafalı köpeği görüp veda etmek isterken hangi şarkıyı son kez dinlemek istediğimden emindim. Pencerelerin tam karşısındaki tekli koltukta oturuyordum, ayaklarım mermer sehpanın üzerindeydi. Oturduğum yerden telefonda şarkıyı açtım, dinledim, odaya gittim, üstümü değiştirdim, çişimi yaptım, çantamı hazırladım ve çıktım. O andan sonrası İstanbul'daki yaklaşık son 70 saatimdi. Bağdat Caddesi'ne inen sokağın karlara hiç basılmamış yerlerinden yürüyerek kendimi neşelendirmeye çalışsam da pek işe yaramadı. Bir kere bir yere gitmeye karar verince ve o anı bilince, o ana yaklaşırken gittikçe huzursuz olanlardan(d)ım sanırım çoğu insan gibi, bir an önce gideyim de bitsin. Üstelik İstanbul'dan ayrılacağım için üzgündüm, kafam karışıktı.
Arabam Moda'da, onu alıp Bostancı'ya eve gitmeli, bir iki saat sonra da babamı hastaneye diz iğnesi için götürmeliydim. Son günlerde hala -birazcık da olsa- işe yaradığımı kendime hatırlatmam gerekiyordu. Çünkü babam taksiye binip evin sadece iki kilometre ötesindeki hastaneye gidemez. Çünkü BEN onu oraya götüreceğim için dünyayı kurtaracağım.
Moda'ya gidemeyiz. Moda'da SIKINTI var abi.
Dedi arabasının içi kötü kokan ve kel kafasının arkası aynı benim gibi düz olan taksi şoförü. Benim kafam da bu kadar çirkin gözüküyor demek ki diye düşündüm adama bakarken, sonra kafamı dışarı çevirdim. Gidebildiği yere kadar gitmesini söyledim, iner yürürdüm. Moda'da arabalar vızır vızır çoktan yola çıkmışlardır diye düşündüm, yollar kaymıyordur, ben de arabayı çıkarırım rahat rahat. Kadıköy'de arabalar hiç yola çıkmamıştı, yollar buzdu, ben o an şuurumu yitirmiştim. Bina'nın, Aya Triada Kilisesi'nin önünden geçerken sokakların bomboş olmasına aldırmadan arabaya yürüdüm.
Moda'ya vardığımda durum daha da vahimdi, sokaklarda neredeyse hiç lastik izi bile yoktu, çoluk çocuk kartopu oynayanlar, kahvesini içerken muhabbet eden komşular anca. Arabanın üstündeki, ön camındaki, kaportadaki beş karış karı temizledim üşenmeden gerizekalı olduğum için, zaten milim milim ittire ittire park etmiştik, bir de önüne arkasına karlar yığılmış haldeyken onu oradan inat edip çıkarttım. Çıkarttıktan sonra ne kadar gittim bilmiyorum, araba kaydı, en sakin yokuşu çıkarken bile zorlandı, benim elim ayağım birbirine karıştı. Tüm arabalara, sokakta oynayan tüm çocuklara yetmez ama evet hop hadi bir de kedilere çarpacağımı düşündüm. Camı açtım, sık sık, derin derin nefes aldım. Hacı İzzet Sokağı'ndan Yeni Fikir'e dönerken araba deli gibi kaydı, savruldu, garip sesler çıkardı ama sonunda hiçbir şeye çarpmadan, kimseyi yaralamadan öldürmeden sokağa girebildim. Sokakta kontağı kapattım, derin nefes aldım, cam açıktı. Karşıdan gelen bir adam sanırım bembeyaz suratımı görünce hafifçe yaklaşıp 'Beyefendi biraz ilerde sağda gayet müsait bir park yeri var, siz arabanızı bence bırakın.' dedi. Teşekkür ettim, yavaşça ilerledim, park ettim ve arabadan indim. Yoğurtçu Parkı'na kadar yürüdüm, bir taksi durdu, ona bindim. Adanalı, tatlı bir şoför idi. Kaptan Arif'e geldiğimizde oradaki bir fırının ekşi mayalı ekmeğinin çok güzel olduğunu söyledi. Mutlaka denememi önerdi, mutlaka deneyeceğimi söyledim. Eşini aradı ekmek isteyip istemediğini sordu. Bu esnada hoparlör açık olduğu için eşinin her dediğini duyuyordum; önce bi durdu, hangi fırının hangi ekmeği olduğunu hatırlamaya çalıştı, o esnada ona bir şeyler soran kızına cevap verdi, fırını hatırladıktan sonra önce almasını istedi, sonra durakladı ve en son şu cümle çıktı ağzından:
Yok yok alma, çok yiyoruz.
Bostancı'ya eve geldiğimde sırtım ağrıyordu, duş aldım, biraz uzandım, uyumaya çalıştım ama başaramadım. O akşam Azam Palas'taydık, balkonda kim içiyorsa onun sigara dumanına eşlik ettim, çok güldüm, çok sarhoş oldum. Ertesi gün karlar çoğunlukla erimişti, arabayı Moda'dan aldım, uğramak istediğim kapılara uğradım, onlar etti mi bilmem ama ben 185. kez veda ettim. Sonra Cuma oldu. Kısa ve kesik konuşmalarla geçti gün; hiçbir anlam ifade etmeyen, eksikliği hissedilmeyen ama kurulmaya mecbur cümlelerle ite kaka ilerleyen konuşmalar. Kimse aklındakini söylemiyor, kimse aslında ne istediğini itiraf edemiyor, kimse kimseden bir şey beklemediğini kendine hatırlatıyor. Valizi hazırladım, İstanbul'da bırakacaklarımı çekmeceye usulca koydum, yanımda götüreceğim kitaplarımı seçtim, aynada kendime uzun uzun baktım, bizimkilerle gitmeden önce son bir akşam yemeği yedim. Sabahın beşinde havaalanında bir PCR bir de antijen testi olacağım için içmeyeceğim yalanını kendime söylemiştim ama yalancılığımla bir kez daha gurur duymak için şişe üstüne şişe şarap açtım. O ekmeği de denemedim zaten.
Sonra bir taksideydim, sonra bir uçaktaydım, sonra bir trendeydim.
Eindhoven'da eve girdiğimde akşamüstü 5 civarıydı, unutmuşum biraz, güneş batarken çığlık çığlığa sıcacık bir sarı ile donatmıştı evi her zamanki gibi. Balkona çıktım, en sevdiğim Westmalle Tripel'ı yorgunluktan titreyen ellerimle bardağa döktüm ve şehre baktım, hoş bulduk şekerim. Aklımda Istanbul'a dair kalan son şeyin deli gibi yağan kar olmasına şaşırdım. Kardan kaçıp güneşin kucağına oturmuştum ama güneş ve kar olması gereken yerlerde değildi. Tedirginliğimi, kafamın karışıklığını, huzursuzluğumu, yorgunluğumu dindirmek için elimden geleni yapacağıma söz verdim. İstanbul'da tam da bu 'an'ı yaşayacağımı bildiğim için kendime şarkılar hazırlamıştım, o şarkılar gece boyunca çaldı, ben salondaki koltukta uyudum.