Pek Sevdiğim Helenler (2)
İlk ne zaman bir Tsarouchis (Çaruhis diye okuyabilirsiniz) tablosu ile karşılaştığımı hatırlamıyorum. 2015 yazında Atina'ya taşındıktan sonra -bol- boş zamanlarımda şehrin müzelerini, oturduğum ve yakın semt(ler)in galerilerini gezerken gözüme çarpmış olsa gerek. En olası senaryo bu ama ben böyle olmadığını biliyorum. O yakışıklı denizciler, o buğday tenli gözlerinde ateş olan oğlanlar, bakınca utandığım ve heyecanlandığım o vücutlar çok çok seneler önce girdi benim dünyama. İnsan dediğinin merakını, hevesini kimse durduramıyor zira. Ben bir dergide, bir bilgisayar ekranında, bir kitabın sayfasında, birinin heyecanla anlatırken kıpırdayan dudaklarının arasında, bir cümlede tanıştım Tsarouchis ile eminim. Ait olduğu dünyanın farkında olan ama o dünyaya teslimiyetini itiraf etmeye korkan herkes gibi ben de kendi yeraltı dünyamı yaratmıştım ve orada utançla karışık bir zevkle geziniyordum.
Bu serinin bir önceki - Melina - yazısı benim Atina hayatımın keskin anları ile beraber ilerledi. Kafam, yüreğim ve ruhum çok iyi hatırladığım anlara geri döndü, onların bana gösterdiği yola adım attım, o yolda yürüyerek benim için anlam ifade eden şeyler yazmaya çalıştım. Tsarouchis yazısının ona benzemeyeceğini biliyorum. Tsarouchis'in renklerini ve insanlarını düşündüğümde tek bir keskin an geliyor aklıma. Onun dışında hayatımın -hatırlamasam da- küçüklüğünden bugününe bana eşlik etmiş figürlerin, bakışların, yüzlerin, gülüşlerin, renklerin verdiği cesaretle anacağım onun hayatını. Tek bir andan ziyade, benim hallerimin tümünü kapsayan bir hevesle yazmaya çalışacağım.
Yunanistan'da yaşadığım senelerde onlarca kez duyup hiç anlam veremediğim, her duyduğumda karşımdakini öyle olmadığına ikna etmeye çalıştığım, dürüst olayım beni öfkelendiren gökyüzü güzellemesini o da yapmış meğer. Yazıya onun cümlelerini kendimce çevirerek devam ediyor ve mavisinin, ülkesinin, şehrinin, güneşinin en güzel olduğuna inanan herkese imreniyor, hepsini gri göğüyle kaplı şehrimden sevgiyle selamlıyorum. Yenildiğimi, bu savaşı kaybettiğimi biliyorum.
"Küçük bir çocukken Pire'de gökyüzüne uzun uzun bakardım. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir gökyüzü görmedim ve aradaki farkı görecek kadar içli biriyim. Gökyüzünden bana akan hisler estetiğimin ve standartlarımın temeli oldu. Sanatla nasıl bir ilişkim varsa bu standartlara göre onu değerlendiririm. Ne yaptıysam orada, çocukluk anılarımda yatıyor."
1910 senesinde Pire'de doğar Yannis Tsarouchis. Pire o zamanlar, şimdiki gibi insanların -sadece- bir adaya gitmek için feribota bindikleri ve o feribota binmeden önce yarım saat görüp 'her şeyi en iyi bildikleri için' Eminönü'ne benzettikleri o pis, tekinsiz, 'üf ne biçim yer burası' değil. Yunan neo-klasik mimarisinde bahçeli avlulu evlerin sıralandığı, tertemiz bir denizi olan, kendi halinde, vahşi bir canavara dönüşmemiş bir liman kenti. 17 yaşındayken Atina'ya taşınacaklar, bi iki yıl sonra da Atina Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde eğitime başlayacak Tsarouchis ama kalemi ve fırçayı eline almış çoktan; usul usul, kendi halinde kimseye göstermeden çiziyor. O zamanın Pire'sinden bazı eserlerine miras kalan renkler, o güzel evler, zeytin ağaçları, avlular var.
Atina Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde okuduğu sırada tiyatro oyunları için sahne tasarımları da yapmaya başlar. Eğitimin hayatının ortalarında hayatına ve eserlerine büyük ölçüde etkisi olacak Fotis Kontoglou'nun çırağı olur. Kontoglou Ayvalık doğumlu, mübadele yüzünden Yunanistan'a göçmüş, dindar bir Ortodoks ve Bizans ikonografi uzmanıdır. Beraber pırıltılı, gölgeli Bizans ikonları ve freskolar üzerine çalışırlar. Kimi zaman manastırlarla dolu Athos Dağı'na, Meteora'ya, kimi zaman Ayasofya'daki ikonaların ve mozaiklerin restorasyon çalışmalarını gözlemek için İstanbul'a düşer yolları. Birçok sanatçı, eleştirmen ve sanat tarihçisi Tsarouchis'in eserlerindeki o güçlü ifadelerin, o görkemli figürlerin, o gölgeli ve kontrastlı yüzlerin Kontoglou'dan ve onunla öğrendikleri sayesinde bize ulaştığını düşünür.
1930'lar onun Bizans ikonalarından Küçük Asya'daki zeybeklere; empresyonist eserlerden Rönesans çalışmalarına hevesle uzandığı yılları. İstanbul sonrası Paris'e düşer yolu, sadece bir sene kalsa da bu büyülü şehirle ölene kadar gelgitli bir ilişkisi olacaktır. Şehirden ona geçen özgürlük hissi ile her fırça darbesinde şehveti görebildiğimiz, genellikle denizcilerin ve askerlerin yer aldığı erkek figürleri çizmeye başlar. 30'larda çok belli ve itiraz bile kabul etmeyen cinsiyet rollerine ve hiyerarşiye nasıl da kuvvetle darbe vurduğu o zaman olmasa da yıllar sonra anlaşılır . Bu yıllarda halk sanatlarına da ilgi duyar ve geleneksel kostüm, tekstil, mobilya, seramik çizimleri yapar. Bizans müziği ve ilahileri çalışır. 1936 senesinde Napoli ve Roma'yı da ziyaret edip Atina'ya döner. 1938 senesinde Atina'da ilk sergisini açar. Bu sergideki eserler, son dokuz senede öğrendiklerinin, tutkularının, araştırmalarının, gittiği şehirlerdeki renklerin ona nasıl yansıdığının sonucudur. Farklı coğrafyalarda, farklı sanat alanlarında her gördüğünden kendine bir şeyler katar Tsarouchis. Matisse'den etkilendiği çok bellidir ama Karagöz ve gölge oyunu da bir o kadar etkilemiştir onu. Bu dönemi en iyi özetleyen eseri ise bisiklet üstünde giden Yunan (Evzones) askeridir. Tsarouchis Yunanistan için namus meselesi olan, gülmeyen kıpırdamayan dağ gibi başkan muhafızını bir bisiklet üstüne oturtur, eteklerini uçuşturur, sarı pabuçlarını gözümüze sokar, güneşi sağ üst, bir antik Yunan tapınağını sağ alt köşeye koyuverir.
40'larda tarihe tanık olmanın, tarihi anlatmanın en gerçek halini onda görürüz. Yunan-İtalyan savaşı sırasında silahlı kuvvetlere katılıp Arnavutluk sınırında savaşır. 40'lar ülkenin en çalkantılı yıllarıdır zira; Yunan-İtalyan savaşı, ardından Nazi işgaliyle geçen korkunç bir dönem ve sonrasında yetmezmiş gibi patlayan ve aylar süren bir iç savaş yaşanır. Bu sisli dönemde Tsarouchis'in çizgisi ve kimliği iyice yerine oturmaya başlar. Silah ve savaş sesleri eşliğinde askerler, üniformalı güçlü figürler, sert bakışlı kadınlar çizer, bir yandan yazar ve çokça okur.
Yunan kimliğinin ne olduğunu sorgular; bu sorgu Kontoglou sayesinde tanıştığı ilahi dünyanın azizlerinden, - şu an Türkiye sınırları içinde bulunan - Küçük Asya'da gördüğü kara kaşlı, kendinden emin duruşlu adamlara uzanır. O ana kadar makul görülen anlı şanlı Antik Yunan imgelerini o da çok sevse ve eserlerinde o imgelerden izlere yer verse de gerçekten 'ne olduğunun' peşine düşer. İşin içine Paris'te gördükleri, öğrendikleri karışır. Tsarouchis kendi çok renkli dünyasını yaratmaya başlar ve bu dünyada tek bir doğru, tek bir stil, tek bir figür, tek baskın bir renk yoktur. O dönemden günümüze kalan en çarpıcı eseri ise aşağıda görünen 'The Arrest of Three Communists' olur. Biri yatağın altına saklanmış, ikisi çıplak yakalanmış erkekler, onları tutuklayan askerler, yan yatmış sandalye, duvarda haçlar zeytin dalları, aynadan gözüken saat.
1950 senesine ramak kala ünlü şair Yannis Ritsos ve Yorgos Seferis'in de aralarında bulunduğu bir grupla 'ARMOS' adında bir sanat akımının öncüsü olur. Bu akım özellikle tüm savaşlardan, işgallerden, iç savaştan sonra yeni bir Helen (Yunan) kimliğini oluşturmak ister. Antik dönemi ve din odaklı tüm etkenleri benimseyen ama yakın tarihi reddetmeyen bir kimlik yaratmanın peşindedir. Resimler, heykeller, şiirler, yazılar, opera, tiyatro hep tüm bu akımın bir parçası olur. Belini yavaştan doğrultmak isteyen bir ülkenin, şanlı geçmişinin gölgesinde ya da desteğiyle alternatif fikirlere, düşüncelere yer vermeyi tercih etmesi gerektiğini düşünürler. Çizilmesi, yazılması, heykeli yapılması gereken sadece kudretli bir tanrıça ya da tanrı değil, ovada kuzularını otlatan bir çoban, savaş yorgunu bir asker, elinde ne varsa onunla yemek pişiren biri olmalıdır.
50'lerden 80'lere uzanan dönemde en bilinmesi gereken şey, onun da birçok aydın, sanatçı, politikacı, bilim insanı gibi askeri cunta döneminde ülkesinde olmayışı sanırım. Cuntanın yönetimi devralmasından birkaç ay önce gittiği, pek sevdiği şehir Paris'ten haliyle dönmez Tsarouchis. Zaten onun çizdiklerini, düşündüklerini, yazdıklarını hoş gören bir ortam yoktur doğduğu büyüdüğü o ülkede. O dönem evi ve aklı Paris'te olsa da Milano'da La Scala'da, Londra'da, Fransa'nın diğer şehirlerinde sahne, kostüm tasarımları yapar. 74 senesinde cunta dönemi sona erer, ülkesine döner. 81 senesinde, ölümünden 8 sene önce Atina'nın Marousi semtinde yaşadığı evi kendi adını taşıyan bir vakfa dönüştürür. Tüm bunlar olurken değişmeyen tek şey Tsarouchis'in güzel erkek sevdasıdır. Güçlü kolları, sağlam postürleri, geniş omuzları, büyük ayakları, kalın bilekleri, güler gülmez suretleri, kokuları ile o erkekler onun hem hayatında hem de fırçasının ucundadır.
Atina'da yaşarken en büyük şikayetim her şeyin çok eski olmasıydı. Bir arkadaşım geldiğinde ve ' Bu şehir bana çocukluğumu hatırlıyor, 80'ler ve 90'lar gibi.' dediğinde kan beynime sıçrıyordu. Beni ilk zamanlarımda büyüleyen, şehrin bir parçası olmama yardım eden o nostaljik görüntüler, o eski haller, o sarı ışıklı pastaneler bir süre sonra benim sinirli, öfkeli, huysuz olmama sebep oldu. Eski asansöre binmekten nefret ediyordum, termosifonun suyu ısıtmasını beklerken öfke saçıyordum, bir şeyler bozuluyordu ben durmadan söyleniyordum. Köhneliğinden sıkıldığım -o- şehirde 'yeni' ne varsa ona hevesle koşuyordum o yüzden. Aslında ne şehir o kadar eski ne de ben o kadar öfkeliydim, kötü zamanlarıma kötü bahaneler buluyordum sadece.
2020 Ocak'ta veda ettim Atina'ya, iki üç ay önce olsa gerek güneşli bir günde Goulandris Müzesi'nin kapısından girdim içeri. 4 yıl yaşadığım Pangrati'de mükemmel, yepyeni bir müze o gün ziyaretçilere açmıştı kapılarını ve ben üstünde kir pas iz olmayan, içi nem kokmayan, şıkır şıkır bu güzel binaya bakıyordum zevkle. Chagall, Picasso, Cezanne, Van Gogh, Botero ve daha birçok bilinen sanatçı ve eser hepsi orada, gözümün önündeydi. Tsarouchis'in bu müzede bir eseri olduğunu bilmeden dolandım durdum ve bir süre sonra kahve fincanı önünde, suyundan iki üç yudum almış, açık kitabını tutarken bana bakan bir yakışıklı denizci ile karşılaştım. Ne dediğini ne hissettiğini renkleriyle, insanı büyüleyen çizimiyle anlatmaya çalışan Tsarouchis'in kahramanı karşımdaydı ve ben ister istemez gülümsedim.
Ben ait olduğum o dünyaya artık kendimi teslim etmiştim; o dünya işte bu denizci kadar güzeldi ve yaklaşık 30 sene önce aramızdan ayrılan bu mahçup bakışlı adamın renkleri, onun gözünden eline ve yüreğine akan ne varsa onlar benim dünyamın da bir parçasıydı.
Yannis Tsarouchis 1989 senesinde bize zarifçe veda eder. Yaşadığı sürece kim olduğunu bize, ailesine, arkadaşlarına söyle(ye)mez ama biz biliriz. O bize hiç bir zaman açılmaz. Onun kırılgan, utangaç, zarif ama azgın adamları bize tuvalden yansır, o adamlarla bize kendini anlatmaya çalışır, biz de o adamları görünce heyecanlanırız. Ondan bize mükemmel eserleri, o rengarenk dünyası, onun çizdiklerine bakıp içi titreyenlerin dünyayı değiştirecek cesareti kalır. O rengarenk dünyasında yaşayan dünya tatlısı biridir, biz onu seneler sonra anarız.