top of page

Naxos

Ne kadar zaman oldu şöyle kocaman bir feribota binmeyeli?

Gün daha aymamış, sırada beklerken bunu düşünüyorum. Blue Star Delos (yazılarımı yüz binlerce insan okuduğu için artık sponsorluk alıyorum kusura bakmayın) tüm heybetiyle tam gözümün önünde. Sabahın bir körü, arabaların farları -hala- açık, kuyrukta bekliyoruz. Şirket görevlileri biletlerimize ve aşı sertifikalarımıza bakıyor. En son bi Yorgos kılıklı bi oğlan bana 'VAK Sİ NEY SIN!!' diye bağırıyor, pasaportu gösteriyormuşum meğer mal mal. Çok da beklemeden giriyorum içeri, çıkıyorum yukarı, boş ve yayılabileceğim kadar geniş bir koltuk buluyorum, priz de var yakınında. Daha ne ister insan? (Bir gemide yani)


Yunanistan’da her şey ve herkes hayata hep geç kalırken, yaşadığım yıllarda şaşırdığım nadir şeylerden biri de; o dev gibi, içinde binlerce insanın, yüzlerce arabanın olduğu feribotların tam zamanında ama dakikasında kalkmasıydı. Bütün bir ülkede her şeye geç kalabilirdiniz ama feribotlara asla. Yine şaşırtmadı, 06:55’de düdüğünü öttüre öttüre Pire’den uzaklaşmaya başladı gemimiz.


İlk iki üç saat yerimden hiç kalkmadım, zaten arada uyukladım, bir şeyler izledim. Yolculuğun son iki saatinde güverteye çıktım, dünyanın en güzel denizi Ege’yi selamladım; masmaviydi, yine sonsuzdu, yine alımlıydı. Gemi / Feribot yolculukları Yunanistan’da (ve muhtemelen dünyanın diğer yerlerinden de) bir ses, hareket, duyu karmaşası halinde geçiyor. Güverteye çıkan kapılar açılar kapanıyor, insanlar gemi içinde sıkıldıkları için sürekli yürüyor, - bunun çocuğu var, köpeği var, büyük insanı var, osu var busu var - kahve yapma sesleri geliyor, hiç durmadan anons yapılıyor, biri geliyor size bir şey soruyor, o sırada bazen denizin dalgasında gemi daha çok hopluyor. Uyaran fazlası bir yolculuk oluyor genelde. Ben tüm bu hengameden, uyarandan sıtkımı sıyırıyordum ki gönülleri ferahlatan o anons geldi. Koca tatlı gemimiz beş buçuk saat sonra güzel adamız Naxos’a yanaşıyordu.


Yaz tüm sarısıyla sıcağıyla, tendeki tuzuyla geçerken (benim için değil, zira Hollanda’da inanılmaz yağmurlu ve serin bir yaz geçirdik ama sosyal medyada gördüklerimden bahsediyorum) ben bekledim. Temmuz Ağustos yaz tatili yapmak istemediğim zaten benim için kabus aylar, Eylül’de Sibocuğum Eindhoven’daydı onunla takıldık ama bir seneyi denize girmeden, yüzmeden geçiremezdim. Bir süre arandım durdum, acaba Sicilya mı yapsam, Eindhoven’dan direkt uçuşlar var; dur bakalım acaba Kıbrıs’a mı gitsem, zaten senelerdir merak ederim, havanın da sıcak olacağı kesin. Yok bir Malta’ya bakayım, dur İspanya’nın güneyi falan derken aslında Yunanistan’a gideceğimi tabii ki biliyordum ama gerçekten bu sefer farklı bir yer olması için uğraştım. Olmadı, kendimi yine Yunan’ın mavisinde ve Kiklad’ın boz renginde buldum. Naxos ise ben Yunanistan’da yaşarken hep aklımda vardı. Özellikle 2018 yazında gitmeye ramak kalmıştı ama biz seçimimizi Folegandros ve Sikinos’tan yana yapmıştık. Kısmet işi böyle bir şey, 2021’in bir Ekim öğleninde kendimi Naxos’ta buluverdim.


Naxos Town (Chora)




Yunanistan'daki bir ada hakkında ne zaman bi şeyler yazsam (ki onlarca yazı oldu) her seferinde Chora kelimesini açıklıyorum. Chora bir adanın en önemli köyü / kasabası ya da başkenti gibi düşünebilirsiniz. Kalesi ve çok meşhur çok eski bir kilisesi olur ama illa en eski, tarihi yeri olmak zorunda değil bir yandan da. Zıkkımın kökü gibi bi şey. Genel kanı şudur, Chora bir adada genelde su kenarında olan değil, içerlerde tepede olan köy / kasabadır çünkü deniz kenarında olan yerler saldırıya ve işgale açıktır. Naxos mesela bu kategoriye girmeyen adalardan, zira Chora hemen limanın olduğu kasaba. Ama burada da mesela zamanında Venediklilerin inşa ettiği bir kalenin eteklerinde oluşmaya başlamış sonra oradan yayılmış. Genel olarak bir adadaki en görülmeye değer yer denebilir. Ya da hadi biraz daha basitçe anlatmaya çalışayım, Yunan adaları deyince aklınıza daracık beyaz sokaklar, yok efenim duvardan sarkan begonviller, o dar sokaklarda yürüyen insanlar, üç beş masalı restoranlar gelir ya. İşte onların olduğu yerler Chora. (Yine çok kötü anlattığımı düşünüyorum, bir sonraki ada yazımda yine Chora diye debeleneceğim.)


begonvil dediysek begonvil. biz sözümüzü tutarız.

Naxos Chora çok matah bi yer değil, itiraf edeyim. Böyle deyince de güzel değilmiş zannedilmesin, tabii ki güzel; bir turistin hakkında kötü konuşmaması için gereken her şey yapılmış. Sakin, güzel sokaklar var. Şahane sanat galerileri var, gün batımı izlenebilecek mekanları sıralamışlar, duvarları beyaz boyamayı ya da kendi taş halinde bırakmayı unutmamışlar, insta insanları ağzını aralık bırakarak önünde poz verebilir rahatlıkla. Arka bahçeli, avlulu kokteyl barlar cabası. Tombul pofpof kediler desen her yerde, mis gibi yemek kokuları geliyor, yürüdükçe küçük iki masalı restoranlar görüyorum , keten gömlek satan kırmızı gözlüklü kadınlar, sandaletlerinden görünen ayakları keşke yüzleri kadar güzel olsa turistler de var. Bunlara itirazımız yok. Ama biz bunları yemeyiz, biz Andros, Paros, Folegandros Chora görmüş insanlarız.


işte pofpof kedi

Deniz, güneş , kum. Ah bi de o dalgalar


Naxos oldukça büyük bir ada. Öyle iki üç plajı var, zaten oralarda vakit geçirseniz yeter diyemem. Sikinos öyleydi mesela. Naxos'un kuzeyinde ayrı güzel plajlar, doğusunda inanılmaz mekanlar, güneyini ay sen hiç sorma. Ben batıda ama arabasız ve adadaki toplu taşımaya mahkum olduğum için (ki hiç fena işlemiyordu bu arada) kendi plajlarımı kendi yakınlarımda keşfetmek zorunda kaldım. Ha bu arada adanın en meşhur ve ulaşılabilir plajları da batıda zaten. Chora'da kaldığım için (hadi size Chora ne anlatayım yeniden) oraya yakın plajlarda bulunmak dışında bir şansım yoktu. Bir de Ekim ayında orada olduğum için -ısıran- bir kuzey rüzgarı vardı benim olduğum günlerde. Bana en yakın (otelden çıkıp yaklaşık 20 adım sonra ulaşabildiğim) plaj aşağıda fotoğrafını gördüğünüz Agios Georgios idi. Muhteşem, bitmek bilmez, upuzun, dünya güzeli bir plaj ama kuzey rüzgarı ortamları çosturuyordu. Akşamüstleri ve güneş battıktan sonraki sakinliğine aldanmayın, gün boyunca esen rüzgar sörf yapanları mutlu etti, bizim gibi sakince yüzmek isteyenleri azıcık üzdü.



O yüzden yüzümü ve yönümü Agios Prokopios ve Agia Anna plajlarına çevirdim. Bu iki plaja limandan saatte bir kalkan otobüse bindiğinizde 20 dakikada varıyorsunuz. Zaten birbirine yürüyerek 10 dakika uzaklıkta ve adanın batısında bulunan çıkık bir burun kuzeyden gelen rüzgarı kestiği için ve bu iki plaj bu burnun hemen bitiminde, güneyinde konuşlandıkları için adanın geneli uçarken bu iki plaj süt liman halde. Söylemesi ayıptır bir de sezon bitmiş, okullar açılmış; o güzelim plajlarda taş çatlasa iki üç kişi, çoluk çocuk yok, şezlong şemsiye parası bile almıyorlar artık. Sadece mekandan bir kahve ya da bira ya da artık canınız ne isterse alıyorsunuz, ondan sonra dilediğiniz gibi takılıyorsunuz. Öyle huzurla ve mutlulukla zaman geçirdim ki biraz gençleştim bile bence. Yunanistan'la ilgili (özellikle adalarda) emin olduğum tek şey, tatile tek başına çıktığınızda bile güvende olduğumu bilmek. Ben şimdi Sicilya'ya yok güney İspanya'ya falan gitmiş olsam, o çantamı şezlongda bırakıp gönül rahatlığıyla asla denize giremezdim. İki dakika yüzer yüzmez, nefes nefese dönerdim geri, zaten endişeler kraliçesi bir insanım. İki plaj da inanılmaz güzeldi ama Agia Anna gerçekten cennetten bir köşeydi. Aşağıya fotoğrafları bırakırken dur birazcık ağlayayım. Gün batımı fotoğrafı Agios Prokopios plajından, karşıda gözüken ada da Paros bu arada. Diğer turkuvaz muhteşem sular ise Agia Anna'dan.




Orada bir köy var uzakta


Naxos'un dağ köyleri meşhur. Zaten dediğim gibi hem yüzölçümü büyük, hem nüfuslu bir ada. Kiklad adalarının merkezi olarak da biliniyor, o yüzden deniz kenarında iki üç yerleşim birimi olan ve kış gelince insanın kalmadığı bir yer değil. Ada tarım da yapılan ve bitki örtüsü diğer adaların aksine daha ağaçlı, yeşil olan bir ada olduğu için (muhtemelen kaynak suyu ya da dere ya da nehir var) köyler de oldukça büyük ve yaz kış yaşayanı var. Apeiranthos adadaki en kalabalık ve nüfuslu köy. Haritaya şöyle bir bakarsanız adanın tam ortasında bulunuyor. Ben bir gün sahil sefamdan ödün verip (ne çok acı var....) bu şahane köyde geçirdim zamanımı. Küçük arnavut kaldırımlı meydanlar, kocaman ağaçlar, birbirleriyle muhabbette insanlar, yamaçlarda gözüken yel değirmenleri, gölgeye masalarını atmış güzelim lokantalar, merdiven in merdiven çık daracık sokaklar, kendini sevdiren dünya güzeli köpekler, beyaz küçük kiliseler, selamını ve gülümsemesini eksik etmeyen göbekli papazlar, o gün hepsi benimleydi. Burası kadar önemli ve sanırım biraz daha pitoresk bir köy var ki ismi Halki. Halki adanın aslında bundan önceki Chora'sı imiş (hop hadi Chora ne demek başlıyoruz!) neo-klasik inanılmaz güzel evler varmış ve mutlaka görülmesi gerekiyormuş. Ben bu sefer göremedim, otobüsle geri dönerken içinden geçtik, camdan ne kadar tanışabildiysek o kadar tanıştık. Belki başka bir zaman buluşuruz sevgili Halki.





Olimpos'un yakışıklısı ve Portera




Geldik Naxos'un en büyülendiğim, en muhteşem yerine. Olimpos tanrılar tayfasında sizi bilmem ama benim favorim her zaman Apollo. Athena bacımı çok karizmatik buluyor ve içten içe çok seviyorum ama hem yeterince popüler, hem de kum rengi saçlı, müzik ve şiir tanrısı, yakışıklı Apollo varken başka favorim olamaz. Naxos'a gemiyle yaklaşırken gözüme adaya bir köprüyle bağlanmış bir tepede dev gibi bir kapı çarpıyor. İşte o kapı yani Portera, derler ki Apollo'ya adanmış ama bitirilememiş bir tapınaktan günümüze kalan bir parça. Hem de yakışıklımızın doğduğu ada Delos'a bakarmış bu tapınak. Gün batımını mutlaka izleyin, mümkünse aslında gün doğumunda orada olun diyordu okuduğum kaynaklar. Sabahın 5'inde kalkıp orada olsaydım belki de hayatımın en güzel anında erir giderdim ama öyle bir şey yapmadım. Apeiranthos'dan döndüğümde saat akşamüstü 5 gibiydi, limandaki bir mekanda gerçekten İsmail kılıklı bir çalışanın aşırı sıcakkanlı davranışlarına güneş gözlüğümün ardından göz devirerek biramı içtim, o esnada koca bi feribot, şiddetli rüzgar yüzünden bata çıka iskeleye yanaştı. Biz bira içenler dev gibi feribot yana yattıkça 'UUUUUUH' diye sesler çıkardık, feribotun içindekiler ne yapıyordu bilmiyorum. Feribot yanaştı yolcular inmeye başladı, ben tapınağa doğru yürümeye başladım.


Köprüden geçerken ıslanmamak için (sağdan ve soldan dev dalgalar çarpıyordu) .çeşitli numaralar çekerek çıktım tepeye ve fotoğraf çekerken rüzgar yüzünden elimden telefonu düşürüyordum o kadar diyeyim. Yani böyle bir manyaklık yok, kapüşonumu kapattım, gözlük suratımdan fırlayacaktı resmen. Gözümün gördüğü manzaranın muhteşemliğini anlatamam; Chora'daki evler kiliseler duvarlar kaleler gün batımı renklerine boyanmış, güneş denizin ortasına tabak gibi kendini bırakıyor, Portera öyle güzel, Apollo bana göz kırpıyor, dalgalar öyle vahşi, öyle çılgın gibi çarpıyor sahile. Her şey o kadar ama o kadar güzeldi ki kendimden geçtim. Ama zatülcenp diye bir gerçek de var. Kalabildiğim kadar kaldım, keyfini çıkarabildiğim kadar çıkardım ve 'bu anı unutmayacağım' diye kendime söz vere vere indim aşağı. Bu arada küçük bir dedikodu, baaazı ama bazı arkeologlar ya da tarihçiler bu tapınağın aslında Apollo'ya değil ama Dionysos'a yapıldığını iddia ediyor. Ona da sonsuz bi saygım ve hayranlığım olduğu için bu olası gerçeklikle barışık olduğumu da söylemek isterim. Şarap ve denizlerin tanrısının yeri de kalbimizin tahtıdır sonuçta.



Hadi bitir yazıyı kocakafa


Kendime Naxos'u hediye ederek çok güzel bir şey yaptım. Yunanistan'ı çok özlemekle beraber gidince biraz üzülmekten çok korkuyordum. -O zamanki - sevdiceğimi, o beraber yapılan gezileri hatırlamak, o renkleri görmek, o kokuları duymak ağır gelebilir diye düşündüm. Girit'e falan gitseydim bu kadar sağlam duramazdım sanırım. Naxos o bilinmezliği ve -kendi çapında- büyüklüğü ve yabancılığı ile benim kendimi rahat hissetmeme sebep oldu. Bir yandan da her şey, tüm tatlar, tüm yüzler, tüm mavilik, o şezlonglar öyle tanıdıktı rahat ettirdi. Olmak istediğim bir ortamda ama hiç bilmediğim bir yerde, hiç yüzmediğim bir suda ve gülümsemesini eksik etmeyen ne tatlı insanlarlaydım.


Yunanistan'a sonsuz bir sevgim var, hiç bitmeyecek. İçimin çok nadir gözüken sarı sıcağını bu ülke, buradaki 4,5 senelik hayatım oluşturdu. Sağlığım, param, hevesim oldukça hep uğrayacağım. Hep bir toprağında gülümsüyor olacağım. Naxos'u bir sabah, rüzgarlı ve bulutlu bir sabah ardımda bıraktım, onunla tanıştığıma çok memnun oldum.


170 views

Melina

bottom of page