amorgos hikayeleri (I)
- io van zaim
- Apr 30
- 5 min read
karanlıkta beraber
lagada - aegiali yolu

lagada'da kafam o kadar güzel olmasa dönüşte yürümeye bu kadar hevesli olur muydum bilmem. çok da içmedim esasen, azgınlığım ondan değildi. uzun zaman sonra 'raki' içtiğim, bu kadar leziz şeyler yediğim için kudurdum herhalde. günüm de çok güzel geçmişti üstüne. tüm gün sahilde uzandım. uzanmayıp n'apacağım allesen. açık mavi denizin gözümü kamaştırmasına bayıldım. güzel adamları, alımlı kadınları, kendi halinde adalıları, denizin ve güneşin sakinleştirdiği tatlı çocukları izledim. sağlığım ve param yettiğince her yaz sonu bir adada kendimi şımartmaya karar vereli çok oldu. kararıma bu yaz da sadık kaldım, mevsimin sonunda kendimi işte bu adada, amorgos'un sokaklarında, denizinde, dağ köylerinde buldum.
lagada, amorgos adası köylerinden biri. amorgos bir kiklad adası. ben adanın kuzeyindeki liman köyü aegiali'de kaldım, lagada da o limana, plaja yakın iki köyden biri. kiklad adası köyleri her zaman güzel ve hepsi birbirine benziyor, ne bekleyeceğimi ne ile karşılacağım biliyorum artık. o akşam da öyle oldu. otobüs kıvrım kıvrım yolları tırmanırken yine biraz içim hopladı, üstüne akşam inen bozlara baka baka, manzaraya hayran ola ola, burdan şimdi yuvarlansak fakat ne güzel ölürüz diye düşüne düşüne vardık köye. ben ve başka turistler. vardı çoğunluğu beyaz, yaşlı ve -tabii ki- neşeli. lagada'ya vardığımda şöyle bi yürüdüm yürümesine ama aklımda yiyeceğim şahane yemekler vardı. o yüzden yürüyüşü kısa kesip, köye gündüz gözüyle geleceğime söz verdim. artık akşam inmişti, kendime yalan söyleyecek kadar kafam güzeldi. girit'e dair ne varsa sevdiğimden, bu küçücük adada bana girit'i hatırlatacak o mekana koşar adımlarla vardım. oysa girit'te değildim. ama girit'in kalbimdeki yerini hiç unutmadım. neşeyle sandalyeye oturduğumu gören benim yaşlarımdaki çalışan hanımefendi yanıma gelir gelmez karafta raki sipariş ettim, o sırada menüye bakacağımı söyledim. hayhaylandım ve yalnız bırakıldım. menüye bakarak oyalandım, oysa ne seçeceğime gündüzden karar vermiştim. gören aç köpek demesin. sokakların merdivene dönüştüğü bu köyde, küçücük masaları, üstüne düşen ağaçları ile şahane bi mekandaydım ve buz gibi raki önümdeydi artık. girit rakisi. bizim rakı değil, üstüne su eklenmeyen, taze üzümden yapılan raki. insanlara haddinden fazla gülümseyerek, o çok sevdiğim içkiye kavuşmak için minicik bardağa odaklanmıştım ki karaf elimden kaydı, masanın üstünde tepindi durdu, içindeki raki masaya yayılarak döküldü. siparişimi alan hanımefendi ivedilikle geldi, masayı sildi süpürdü, ingilizce sipariş vermeme rağmen kendi dilinde teselli sözcüklerini sıraladı. ben onu anladım, o beni zaten anlamıştı. tek başına gözünden hem mutluluk, hem özlem, hem keder dökülen sersem bir turiste nasıl davranması gerektiğini biliyordu. ya da ben kendimi çok önemsiyordum. belki de herkese bu kadar yumuşak, bu kadar tatlı davranıyordu, ben de nasibimi almıştım.

sonrasında ağzıma attığım her lokmada kendimden geçtim. apaki her zamanki gibi isli, tuzlu ve çok lezzetliydi. gün boyu güneş ve denizle yo(ğ)rulmuş, adamakıllı acıkmıştım. bir çeşit horta (yeşillik) olan vlita diri kalmıştı, haşlayarak öldürmemişlerdi. üstüne gezdirdiğim bol zeytinyağı ile içimi iyileştirdi. rezeneli küçük çibörekleri de mideye indirince ne dert kaldı bende ne de tasa. arsızlığıma engel olamadım ve tekrar raki söyledim. kazara karafı devirince beni tatlı tatlı teselli eden hanımefendi bu sefer biraz endişeyle baktı. biraz fazla oluyordum. dolu mideme güvenerek bitirdim ikinci karafı. hesabı ödedim ve mekandan ayrıldım.
bir cesaret geldi bana. midem dolu, kafam tiriliaylay. köyden kaldığım yer aegiali'ye uzanan yolu gecenin kör karanlığında yürürüm dedim. baktım haritaya 30 dakika gösteriyor. biz ne 30 dakikalar yürümüşüz ayol. dedim yediklerimi biraz sindiririm, hem otobüsü beklemek zorunda kalmam, adımlarımın sesi bana iyi de gelir. ayrıca insan günde en fazla bir kere yaşlı ve neşeli insan görmeli, ikinciye gerek yok. hem ege'nin ortasında bi adada dev bi karanlığın içinde yıldızlara baka baka yürür mutlanırım değil mi. otobüsün gittiği yoldan değil, daha kestirme olan yaya yolundan yürümeye karar verdim. araçlar için yol kıvrım kıvrım, yayalar için neredeyse dümdüz idi.
yürümeye başladıktan sonra korktuğumu fark ettim, - bu kadar - zifiri karanlık olmasını beklemiyordum sanırım. karanlığın şiddeti ve derinliği bazen bizleri şaşırtabiliyor. küçücük bir adanın ortasında, benden ne kadar uzakta olduğunu tahmin bile edemediğim yıldızların ışığı korkumu dindirmeye yetmedi. adımlarımın ritmi bozuldu, nefes alışım verişim sıklaştı. bir şey olacağından değil ama insanın içine tedirginlik bir kere düştü mü düşüyor. terlemeye de başladım serin gecede. bunlar benim imdat butonuna bastığım anlamına geliyor. hayvan mı çıkar karşıma, ben mi önümü görmez takılıp düşerim, bileğim bir şey ısırır da huylanır mıyım? tekrar yukarı, köye çıkmak da doğru bi karar değildi, götüme güvenemedim. kendi kendime şarkılar mırıldanarak yürümeye devam ettim.
korkuyorsan şarkı söyle. korkuyorsan şarkı söyle.
her şarkı sizi tanımadığınız birilerine ulaştırır. ben de yeni zelandalı hanımefendi ile korkuyla karışık söylediğim şarkının sonunda tanıştım. o da benim gibi düşünüp, lagada'dan aegiali'ye yürüyebileceğini düşünmüş. benden daha kararlı ve güçlü duruyordu ama. ben onu yakın-uzak bi mesafede görünce adımlarımı yavaşlattım, huylanmasın diye nefesimi kontrol altına almaya çalıştım ama koca götümün evrendeki koca hacminin çıkardığı sesten midir, o da eli yüreğinde yürüdüğü için midir beni hissetti ve aniden arkasına dönüp feneri suratıma tuttu. endişeli gözlerimi görünce bana selam verdi. ben onun selamına güvenip anında yelkenleri indirdim. "ben biraz korktum, aegiali'de kalıyorum, beraber yürüyebilir miyiz?" dedim. hiç ikilemedi ve biz beraber yürümeye başladık.
yunanistan asıllı bir yeni zelandalı imiş kendisi. yunanistan'da, özellikle yazın, tatil yerlerinde avustralyalı, yeni zelandalı, güney afrikalı, ailelerinin izini süren insanlarla tanışmanız çok olası. kastellorizo'da da sydney'den gelen büyük bir aile ile tanışmıştım. zilyon insan fakirlikten, kötü hayat şartlarından binlerce kilometre uzağa gitti bu ülkeden de. bu hanımefendi de önce ailesinin köklerini iz sürmüş, sonra da kiklad adaları gezisine çıkmış. ziyaret ettiğimiz ortak adalarımızı saydık neşeyle. bir önceki sene serifos'ta olduğumu belirttim bir de. aynı yerde yemek bile yemişiz. sonra beni sordu. ben de anlattım da anlattım. 4 seneyi aşkın yunanistan'da yaşadığımı (ve artık yaşamadığımı) her yaza bir kiklad adasında veda etmek istediğimi, bazı şeyleri çok özlediğimi, bazı şeyleri hatırlamak bile istemediğimi, o gece nerede yemek yediğimi, amorgos'un gördüğüm kaçıncı yunanistan adası olduğunu.
o dinledi, ben anlattım. sonra o anlattı, ben dinledim. insanı sakinleştiren, güzel bir sesi vardı hanımefendinin. türkiye ile yunanistan benzerliğini benzemezliğini sorguladı,benim atina'da ne yaptığımı anlamaya çalıştı, kendi konargöçerliğinden bahsedip bizi ortak bir yola soktu. biz yürüdükçe karanlık azaldı, ışıklar yavaş yavaş arttı, köyümüze, kaldığımız yere geldiğimizi anladım. zaten çok uzun bir yolu paylaşmamıştık. karanlıkta beraber olmak beni ne kadar rahatlattı, bana ne iyi geldi. yüzümüzü görebildiğimiz bir yol ayrımında adlarımızı söyleyerek
el sıkışarak vedalaştık. ikimiz de birbirimizin ismini hatırlamıyoruz bence.
bir daha görmeyeceğimiz birilerinin hayatımıza usulca girişinden büyüleniyorum. o insanların zihnimizde, kalbimizde, rüyalarımızda yer alışını çok önemsiyorum. koca evrende birilerinin hayatına bir bakışla, bir fener ışığıyla, bir sözle giriyoruz. rolün kısası uzunu yok zaten. yer etti mi ediyor. binlerce şeyi unuturken, bazen o birileri unutulmuyor. karanlığın amorgos'taki dördüncü günümde chora'ya giden otobüsteydim. şoföre parayı verdim, biletimi aldım, boş bir koltuğa doğru sersem sersem yürüyordum. tatilim bitmek üzereydi. amorgos'un dağına denizine havasına kendimi koşulsuz bırakmıştım. ertesi gün dönecek olan ben değildim sanki. gözüme kestirdiğim koltuğa yürürken sağ tarafımda kalan bir hanımefendi koluma dokundu.
"merhaba ozan!" dedi.
"birkaç gün gün önce karanlıkta beraber yürüdük."