top of page

yırtık tente

yırtık tentenin fotoğrafı nerede, hangi dosyanın, hangi harici belleğin içinde bilmiyorum. o fotoğraf mıh gibi aklımda. tente yırtıldığında ne kadar üzüldüğümü ve öfkelendiğimi de hatırlıyorum. bu yazı, silmediğim yazılardan biri. bilgisayardan ve gönlümden silip buraya ekliyorum. yırtık tente fotoğrafıyla değil, terastaki kocaman bitkilerin fotoğrafıyla paylaşıyorum. bu yazıyla kafamda çok şey canlandı, gecem bulandı. olur böyle şeyler. bi şeyleri atlatıp önüne bakmakta çok başarılı olduğum söylenemez.





O kocaman terasımızın koyu yeşil, o kalın tenteleri yırtıldı. Ağzı kokan, dişleri yamuk, tırnakları pis, tekinsiz biri gibiydi -o- kış. O evin duvarlarından bize çarpan mutsuzluk yetmiyormuş gibi bir de kışın inlemelerini, bağırışlarını duyuyorduk çoğu zaman. Yazın tam ortasında, uykunun en derininde kendimizi bulmaya hazırlanırken kulağımızın dibinde gezen, kanımızı emmeye hazır bir sivrisinek gibi. O kadar huzursuz ediyordu bizi. Ortada bomboş, ağrılı, sancılı bir hal vardı. Ne sen açıklayabiliyordun, ne ben; ne ben sebebi olduğumu düşünüyordum bu halin, ne sen sebebi olduğunu. Herkes birbirini gizliden gizliye suçluyor, ama nezaketinden tek kelime etmiyordu. Senin yine benden saatler önce uyuduğun gecelerde, en sonunda uykum gelip de yanına usulca sokulduğumda rüzgar yüzünden sertçe çarpan tentelerin sesini duyuyordum hep. Usanmadan tekrar eden o sinir bozucu ses.


Pat pat pat pat!


Terastaki onlarca bitkinin yaprak hışırtısı, şehrin gece gürültüsü, siren sesleri, rüzgar uğultusu ekleniyordu üstüne. Yatak odasından terasa açılan kapı, sıkıca kapatmış olmama rağmen rüzgar yüzünden gevşiyor, belli belirsiz bir sıklıkla tıkırdıyordu. Senin vücudun sımsıcak oluyordu, hiç ses çıkarmadan, tatlı tatlı uyuyordun tüm bunlar olurken. Birine uyurken bakmanın ne kadar güzel ve korkutucu olduğunu senin sayende öğrendim. Bazen o katman katman uykunun en derinindeyken bir anda gözlerini olabildiğince açıp bakardın bana, hafifçe sıçrardın, sen sıçrayınca ben de biraz korkar pişman olurdum sana baktığıma. İki üç cümlelik bir konuşma geçerdi aramızda, bir şey mi olmuştu, hayır olmamıştı, iyi miydim, iyiydim. Tamamdı. Bazense sana bakarken yanağına, burnunun ucuna dokunur, saçını okşardım, gülümserdin sadece uykunda. Bana o an her seferinde çok büyülü gelirdi, kendinde değildin ama benim dokunduğumu biliyordun. Uyanmanı gerektirecek bir tehlike yoktu, bildiğin tanıdığın eller sana dokunuyordu, sen de teşekkür ediyordun bana dudaklarını kıvırrarak.


Uzun zamandır ikisi de olmuyor; ne sen gözlerini aniden açıyorsun, ne ben sana dokunuyorum. Yatakta çok hareket etmemeye çalışarak uyumaya zorluyorum kendimi, daha ince ve daha yumuşak yastığı kıvırıp boynumun altına yerleştiriyor, yattığım yerden terasa gözlerimi çeviriyor, dev bitkinin dev yaprakları arasından görebildiğim kadarıyla gökyüzüne bakıyorum. İsminin ne olduğunu bilmediğim bitkinin o koyu yeşil, damarlı,  kalın yapraklarına bakıyorum. Usul usul dans ettiklerine kendimi ikna etmeye çalışsam da boşuna, düzensiz aralıklarla sertçe çarpıyorlar terasa açılan kapımızın camına.


Pat pat pat pat!


Ne kötü bir kış geçirdik sevgilim, içimiz ne karanlık, ne kadar çürümüş.


Seni başka yerlere gitmeye ikna etmek için çok çabaladım, daha güzel bir hayatımızın olacağını, daha çok para kazanacağımızı, istediğimiz her an yine Yunanistan’a, Atina’ya gelebileceğimizi, değişimin ikimizi de kendine getireceğini, daha iyi bir hayat hak ettiğimizi söyledim her seferinde. Başka cümleler kurdum ama dediklerim hep aynıydı, gitmemiz gerekiyordu. Her seferinde kibarca, sessiz sessiz beni dinledin ve her seferinde gidemeyeceğini söyledin gözlerimin içine bakarak. En kötü zamanlarda bile burayı terk etmemiştin, başka bir iş kurmuştun, risk almıştın, başarılı olmuştun, kendine yeni çevre edinmiştin. Arkadaşların, ailen buradaydı, kendi deyiminle -ne yazık ki - ülkeni ve şehrini de aslında çok seviyordun. Benim gibi değildin işte. Dünyada buradaki gökyüzünden daha mavi, daha ışıldayan bir gökyüzü de yoktu ayrıca.


Her seferinde kibarca, sessiz sessiz seni dinledim, cümleni bitirdiğin an gözlerinin içine bakıp başımı salladım usulca. Başımı sallayışım anlıyorum seni demekti, saçmalıyorsun demekti, dürüst olduğun için teşekkürler, dürüst olduğun için ne çok öfkeliyim sana demekti.


Bir sabah uyandığımızda dört kocaman tenteden birinin alabildiğine yırtıldığını gördük, tam ortasında kocaman, dikdörtgen bir boşluk vardı, yırtılan parça bir zavallı gibi aşağıya doğru duruyor, en ufak rüzgarda yalpalıyordu. O çok sevdiğin, mavisi koca dünyada, başka hiçbir yerde olmayan gökyüzü o parçalanmış kısımdan göz kırpıyordu bize. Ben elimde kahvem, ağzımda sigaram uzun uzun bakıp küfrettim içimden, o esnada uyuyordun sen. 

114 views
bottom of page