Syros şöyle güzel, Syros böyle güzel. Hele Ermoupoli nasıl güzel. O meydanı gördün mü, o sokaklarda yürüdün mü, aman bir başka güzel. Onlarca şahane adası yokmuş gibi, onlarca insan o adalardan yeterince övgüyle bahsetmiyormuş gibi bir de Syros dinlemişim senelerce bu ülkede. Hangi birine yetişeceğiz yavrukuş? İşi gücü bırakıp alsan bir tekne, açılsan denizlere, her gün bi adada iki gün kalsan yine bir buçuk senen gidiyor.
Haziran 2019. Ayrıldık. Ben üzgünüm. İçimde taşlar var. İş seyahatleri sağ olsun, o evden hemen çıkmama gerek yok, o zaten Temmuz’un başına kadar Atina’da değil, ben o esnada eve bakarım, kendimi toparlarım, Temmuz geldi mi de hop önce Paris’e gidiyorum, oradan Eindhoven’a geçeceğim ta Ağustos’un ortasına kadar. Ağustos’tan sonrası du bakalım vaziyetleri, ev bulmam lazım, taşınmam lazım, o kısmını sonra hallederiz. Şimdi içimde taşlar var. Konuştuk bunları medeni medeni ayrılık gecesi ben tentelerin altından karşı binanın çatısındaki antenlere bakarken, herkes nasıl kibar. Sana uygun olur mu? Yok asıl sana uygun olur mu? Ben bi kaç gün otelde kalırım istersen, yok yok ben asıl kalırım gerekirse. Nasıl üzgünüm.
Sibel yetişiyor imdadıma. “Geleyim mi ben Atina’ya?” diyor, hiç uzun etmeden, bir saniye bile düşünmeden “Gel.” diyorum. Tek başına çekilecek dert, katlanılacak acı değil bu. Gelsin otururuz terasta, boş boş bakarız gökyüzüne, açarız Fix’leri, uzatırız ayağımızı. Ama bir yerlere de gitmek lazım, durmayalım hep Atina’da. Yaz artık iyice geldi, yine Temmuz’u Ağustos’u beklemedi sarı sıcak Atina yazı. Gidelim evet bi yerlere gidelim. Hadi o zaman Syros’a gidelim. Syros şöyle güzel, Syros böyle güzel. Hele Ermoupoli nasıl güzel, o meydanı gördün mü, o sokaklarda yürüdün mü, aman bir başka güzel.
22 Haziran sabahı çıkıyoruz evden, kaç şişe Fix açmışız acaba, başımın ağrısına sorarsak belki cevap verir, sormuyorum. Sabahın 07:15’inde Pire’den kalkacak feribota yetişmemiz için evden 06:15 gibi çıkmışızdır en geç. Bence daha bile erken çıkmışızdır, uykumuz var, kafamız ağırdır. Binmeden kendimize yiyecek bir şeyler alıyoruz, sularımız hazır, of bir de uyursak ne şahane olur. Üç dört saate yakın sürecek sanırım yolculuk, temiz bir uykuyla kendimize geliriz, otelimizin olduğu köye öğlen ulaşır, hemmen denize atlarız. Dertlere deniz derman olur, suyun içine kafamı sokarım, nefesimi dinlerim, yüzeriz yüzeriz yüzeriz, yorulana kadar yüzeriz, içimdeki taşları deniz bırakırım. Oldu bu iş.
Her adalara giden feribot gibi bu feribotun içi de -10 derece, bir kez donma tehlikesi atlattıktan sonra artık akıllanmışım, Sibel’i de uyarıyorum, “Sen havanın deli gibi sıcak olduğuna bakma, feribotta zangır zangır titreriz üstümüze bir şeyler almazsak.” diyorum. Tam olarak bu cümleyi kurmamışımdır ama ne yapılması gerektiği oldukça açık. Sibocuğum da söylemesi ayıp akıllı kadındır. Feribot tam zamanında kalkıyor, koca ülkede zamanında hareket eden tek şey bu devasa feribotlar. Bütün bir ülke her şeye her zaman her seferinde geç kalıyorken feribotlar dakikasında öttürüyor düdüğü. Biz koltuklarımıza yerleşmişiz zaten, bi dolanıyoruz feribotun içinde, sabahın köründe yine durmadan konuşuyor insanlar, göz devireyim diyorum ama hangi birine hangi gözümün devrilmesi yetsin. Konuşuyor bu insanlar, sabahın 7’sinde de konuşuyorlar. Karbonhidrat şenlikleri ile karnımızı doyuruyor, suyumuzu içiyor, güverteye çıkıyor biz de iki tatlı muhabbet çeviriyoruz. Koltuklarımıza geri döndüğümüzde arkadaki uğultu iyi geliyor, gözlerimiz kapanıyor, üstümüze sweatshirt, kazak, hırka, artık yanımıza ne getirdiysek bi şeyler örtüyor ve uykuya dalıyoruz. Çok değil sanırım 15-20 dakika sonra yakınımızda oturan bir yaya (yunanca büyükanne) ve telefonu bizi koltuklarımızdan sıçratıyor. Böyle bir telefon zili yok, böyle bir ses olamaz. Dünya alem duyuyor, herkes titriyor ve kendine geliyor. Yayacık çoğu yaya gibi sevgi ve aşk sözcükleri ile açıyor telefonu. Yavruuum, güzeliiiiim, canıııııım, bebeğiiiiim, böceğiiiiiim. Torunu arıyor herhalde ne bileyim, kadın mutluluktan ölecek. Feribotun kalktığını, iyi olduğunu, eve gidince arayacağını söylüyor bağırarak. Yaya bizim uykumuzun ağzına sıçtı iyi mi? Yaya mutlu torunu mutlu, biz Sibo’yla yarı açık gözlerimizle çaresizce bakışıyoruz. Sibo dayanamayıp “Αbiiiiiiii….” diye lafa başlıyor ben sonrasında kıkırdamaya başlıyorum zaten. Sonra ikimiz de koyveriyoruz. Yaya hala mutlu, torunu aramış, telefonu kapattıktan sonra yanında oturan gence de anlatıyor ne konuştuğunu. Sanki duymadık yayacım ya. Hadi kalk güverteye çıkalım, hadi etrafa bakınalım, hadi bi freddo espresso içelim. Böyle böyle varıyoruz Syros’a.
Normalde plan şu; biz Galissas’ta kalıyoruz, adanın batısında bir köy, kasaba, hepitopu üç evi olan bi yer muhtemelen ama deniz burnumuzun ucunda, çok tatlı bir koyu var. Ermoupolis’e, yani adanın idari merkezi ve güzelliğiyle pek meşhur kasabasına gidip gelicez ama denizin dibimizde olduğu, akşamüstü birasını içeceğimiz, benim içimdeki taşları bırakacağım yer Galissas olacak. Bu arada kaldığımız otelden motosiklet de kiralayabiliyoruz, Sibo’nun zaten motosiklet ehliyeti var, çok canımız sıkılırsa, aman da kendi koyumuza mehlersek n’olacak atlarız tatlı motosikletimize, 15 dakika sonra muhtemelen yine dünya tatlısı bir koya gideriz. Ahretliğim yanımda, deniz ve dalgalar da dibimizde, her şey hallolur. Ben birbirinden güzel fotoğraflar çekmek istiyorum, Ermoupolis böyle Venedik mimarisiyle şekillenmiş, aynı zamanda neo-klasik mimarinin en güzel örneklerini bulabileceğimiz bir yermiş, Ernst Ziller’in yaptığı meşhur belediye binası da oradaymış hem. Dünyada Ernst Ziller’i kimse bilmiyor ama ben biliyorum diye iyice heyecanlanıyorum. Yunanistan’ın bağımsızlığından sonra bu Bavyeralı genco mimara yaptırmışlar onlarca binayı, ülke 400 yıl Osmanlı egemenliğinde, bi artık kendine gelsin, bi Batılı gözüksün istemişler. Atina’da Selanik’te falan birçok eseri var ama ilk defa bir adada göreceğim, hafızama bir Ziller eseri daha girecek misal. E Ermoupolis’te gezinir yanıbaşındaki Ano Syros’a çıkar, bir de oranın daracık sokaklarında kendimi onarır, güzel şeylere bakar, güzel şeyler düşünür, duvarlara dokunur, begonvillere göz kırpar, kiliseler girer mum yakar, o baygın yaz akşamınının kokusunu içime çekerim.
Bunların hiçbiri olmadı, hadi tamam çok azı oldu, düzelteyim. Gönül ağrısını da geçiremedim (geçiremedik), taşları da dökemedik, bi sersem olduk durumu çözemedik. Aslında her şey çok güzel başladı, otelimize vardık, dünya tatlısı bir kadın karşıladı bizi. Odamıza çıktık, çantalar bi yerine kondu, duşlar alındı, hadi plaja gidelim derken bi anda aşırı sıcak olduğu yetmiyormuş gibi deli bir rüzgar esmeye başladı Galissas’ta. Bacağımıza çarpan binlerce kum tanesi artık canımızı acıttığında o denize girmememiz gerektiğini hepimiz biliyoruz değil mi? O haldeydik işte; yüzümüzü kapatmaya çalışıyoruz, koyun belki sakin bi tarafı vardır diye göz gezdiriyoruz, köpüren dalgalara, daha öfkeli sesler çıkaran denize şaşkınlıkla bakıyoruz. Bi yandan ben deli gibi terliyorum, terli tenime kumlar yapışıyor, anlamıyorum ne oldu bir anda. Sibo Atina’ya geldiğinden beri bileklerindeki ağrıdan bahsediyor bir de, işi gereği durmadan klavye kullanan biri olduğu için ‘herhalde ondandır’ demek dışında bi şey yapamıyorum. Biraz yüzersek hafifler diye umuyoruz,hele yüzdükten sonra bi bira içersek esamesi bile okunmaz. Kaldığımız yerin yakınındaki plajda uğradığımız hüsran bizi durduramıyor, motosikletle başka bi koya gitmeye karar veriyoruz. Ada dediğin böyle bi şey değil mi zaten; bir koyu rüzgardan darmaduman oluyorsa, başka yönlere, başka yerlere bakan diğer koylarında sular sakindir. Biraz adanın güneyine inersek Finikas diye bir yer var, aynı ada sahip de bir koy, hadi kalk Sibocuğum Finikas’a gidiyoruz. Ben yine motosiklette arkada oturan dünyanın en mutlu insanıyım, daha önce belki iki üç kez yine Sibo’nun arkasına oturmuşumdur, orda da Kadıköy’den Bostancı’ya gittik hep sahilden. Finikas’ta beklediğimiz manzara ile karşılaşıyoruz; inanılmaz güzel bir sahil, durgun masmavi deniz, kumsalda oturan yaşlısı genci tam karşımızda. Biz havluyu sermeden önce bir selfie yapıştırıyoruz Sibel’le. Kafamızda kasklar, dudaklarımızı büzmüşüz. Boynubükükler yazıyoruz fotoğrafın altına, yarı şaka yarı ciddi halimizi anlatmak için.
Günü batırıyor artık Galissas’a dönüyoruz, orası da durulmuş, gece iniyor yavaştan artık, odamıza gidip deniz sonrası duşlarını alıyoruz, çıkıp bir şeyler yiyelim. “Bileklerin nasıl?” diyorum Sibo’ya, eh işte suratı yapıyor bana. Kolay kolay böyle şeyler diyecek biri değil, ondan böyle bi surat görünce ben de artık daha fazla endişeleniyorum. Gecemiz güzel geçiyor ama, yürüyoruz birazcık, lacivertleşen göğe, yanan sokak lambalarına, akşam inince ortalıkta bizim gibi salınan insanlara, önümüzde koşan çocuklara bakıyoruz, iyi geliyor. Bir şeyler yedikten sonra köyün kahvehanesi gibi bi yere oturuyoruz, self servis, kocaman, tahta masalı sandalyeli bir yer, 90’lar rock şarkıları çalıyor, Yunanistan’da yine zaman tünelindeyiz. Başka bi asrın kucağına oturduk kaldık yine iyi mi. İçerden biralarımızı alıyor, muhabbetleşip gülüşüyoruz. Sanki tüm ağrılar kayboluyor gibi hissediyoruz. Benim halim zaten şimdiden daha iyi, o da bileklerine bakıp “Yok yok, yüzmek iyi geldi.” diyor. Oh be, onardık kendimizi. Yarın Syros’un altını üstüne getiririz, canına bile okuruz.
Toparlamam gerekirse şöyle diyeyim, tatilimiz iyi geçmiyor. Biz yine elimizden geleni yapıyor, nankörlük etmiyoruz, yine üç beş gülümseten an kazıyoruz yüreklerimize, hani başımıza bir şey düştü ölüp de gitmedik üstelik ama yine de o 2-3 gün bi tokatlıyor bizi güzelce. Hiç de beklemiyormuşuz tokatlanmayı, birazcık hazırlardık kendimizi bilsek. Motosikletle başka koylara gitmiyoruz, bize yakın plajda da yüzemiyoruz. Sıcaktan ben havale geçirmek üzereyim, Sibel’in bilekleri daha çok ağrıyor, ağrıdıkça panikliyor, artık hastaneye gitmemiz gerektiğine karar veriyoruz. Syros Devlet Hastanesi acil servis bekleme salonunda üç beş kişiyle beraber sakin sakin otururken buluyoruz kendimizi bir anda. Ada hastanesinde neyse ki kolu kesik, gözü çıkık, kafası yarık insanlar yok. Sessizce bekliyor herkes, herkesin bi derdi var belli ama herkes sakin. Biz de birbirimize bakıyoruz sık aralıklarla, ne işimiz var ayol burada? Ermoupolis sokaklarında objektifimi ayarlarken gelene geçene bakardım, daracık sokağın o güzel evinin kapısında poz verirdim, o kilisedeki mumu en yakın zamanda yaşanacak heyecanlar için yakardım, begonvillerle bezenmiş o en güzel duvarı bulurdum, Ano Syros’ta tepeye çıktığımızda, o en alımlı haliyle parıldayan Ege’nin dalgalarına müstehzi gülümserdim, belki yine baştan çıkaran bir gün batımına şahit olurduk.
Hastaneden çıkıyoruz yine de kıkırdayarak, anılar hanesine bir tane de acil servis beklemesi ekliyoruz. Doktor görmüş, uzman birine dert anlatmış olmanın hafifliği var Sibo’da. Doktorlar teşhis koymuyor, o da olabilir ama bu da olabilir, bakın aslında şöyle de olabilir. Belli İstanbul’a dönünce doktor doktor gezilecek. Ibuprofen alıyoruz eczaneden, bu sorunu çözemediğimizi biliyor ama elimizden geleni yaptığımız için de artık sakinleşiyoruz. Ermoupolis’te ben birkaç fotoğraf çekiyorum ama olacak gibi değil sıcaktan yine bayılasım geliyor. Anlamıyorum neden bu kadar sıcak geliyor. Ben bu ülkede yıllardır yaşıyorum, derece olarak gördüğüm en yüksek sıcaklıklar da bunlar değil asla ama delirecek gibiyim, tüm ada, ayaklarımın altı, kafam, kollarımın arkası yanıyor, hareket eder etmez şu ana kadar görmediğim bir şiddetle terliyorum. Pes ediyorum, fotoğraf yok, yürümek yok, gezmek yok, bu Syros bu ada bu kaçış olmadı, bu sefer olmadı. Her şeyi eksik kalmış bir yolculuk bu. Oturuyoruz bir yere, önce iki tane büyük bira ısmarlıyoruz. Biralarımız geliyor, menüyü elimize alıyoruz. “Bu adanın maydanoz salatası çok meşhurmuş.” diyorum ikinci kez Sibel’e. Ondan önceki gün Galissas’ta oturduğumuz tavernada da aynısını söylemiştim. Orada yedik, hiç hoşumuza gitmemişti. Daha doğrusu ben adaya gelmeden önce tarifine baktığım için orada yediğim şeyin mayonezle şişirilmiş ve orijinal tarifine uzak bir tarif olduğunu anlayıp mızmızlanmıştım. Bu sefer umudum var ama, garsonu bile darlıyorum salatanın içinde mayonez var mı, aa mayonez varsa olmaz diye. Yokmuş. Yine ısmarlıyoruz.
Ama bu salata da güzel değil, mayonez yok, nasıl gerekiyorsa o şekilde hazırlanmış, tüm malzemeler taze ama yok bunu da beğenmiyorum. Ağzımın tadı yok ya da, çoğu şeyin eksik kaldığı, çoğu şeyi yapamadığımız bu tatilimizde maydanoz salatasını da yemiyoruz. Sibel’in zaten gönlü yoktu, iki mekanda da menüye bakıp asla ısmarlamazdı bana sorsan ama ben o kadar kafasının etini yediğim için kadın bir şey diyemiyor. Salata ucundan yenmiş halde duruyor masada. Hadi kalk Sibocum, artık gidelim Atina’ya. Başka zaman, başka bir adada daha iyi olacağız. Maydanozu da batsın salatası da batsın Syros’u da batsın. Nasıl döndüğümüzü hiç hatırlamıyorum, dönüşte uyuduk mu, yine bir 'yaya' yakarışı ile uyandık mı, bira içtik mi, kahve içtik mi? Pire Limanı’ndan eve nası geldik, hiçbirini hatırlamıyorum. Fişi çoktan çekmişim. Bir daha geleceğime söz veriyorum ama kendime, çünkü Syros şöyle güzel, Syros böyle güzel. Hele Ermoupoli nasıl güzel. O meydanı gördün mü, o sokaklarda yürüdün mü, aman bir başka güzel.