Atina ya da Yunanistan aklıma gelince neyi -hayatım boyunca- hatırlamak istediğimi biliyorum. Bir anda deniz kenarında olmak, yüzmek, şemsiye kurmak, şemsiye kurarken terlediğim için sinirlenmek, sonra bira satan mekan var mı diye etrafa göz gezdirmek. Bir de sevdiceğimin ben terlediğim ve sinirli olduğum için alttan alıp bana iyi davranması. Ne saçma!
Çok deniz ve yüzme meraklısı biri de değilim bu arada, tatlı bir fok balığı gibi denize girer, oyalanır, çıp çıp eder çıkarım. Şnorkelle denize girip 2 saat çıkmayanlardan değilim, çünkü sıkılırım, denizden bile sıkılırım. Ama öyle bir anda bir deniz kenarına hiçbir zaman bu kadar sık ve rahat gidemeyeceğim, bunu biliyorum. Deniz kenarında -bile- nazımı çeken biri olur mu ondan da emin değilim. Olmasa da olur ama olunca çok güzeldi.
Böyle bir hayatım olacağını bilmiyordum, 4 ay kalır dönerim dediğim ülkede / şehirde aşık oldum, iş buldum, umduğumdan fazla yaşadım. Tsipouro ile ouzo ne kadar farklıymış öğrenmeden de dönebilirdim, en kötü (Yunanistan standartlarında) sahilleri görüp onları dünyanın en güzel sahilleri zannedebilirdim, üç beş turistik mekanda yediklerimi dünyanın en lezzetli şeyleri zannedebilirdim, Girit’i görmeden Yunanistan hakkında ahkam kesebilirdim. Hiçbiri olmadı, doya doya öğrendim, öğrendikçe fazlasını istedim, ben istedikçe karşıma çıktı tüm güzel şeyler.
Atina’da son günlerim. Ne hissettiğimi, nasıl olduğumu bilmiyorum. Uzun zamandır, ayrılık sonrası sabit bi rotam var, durmadan onu yürüyorum. Yürürken sakinleşeceğini, durulacağını zannedenlerden(d)im, işe yaradı mı bilmiyorum. Biletler alıyorum, eşyalar atıyorum, şarkılar dinliyorum, bir şeyler karalıyorum. Hepsi işe yaramıştır, yaradığını çok sonra anlayacağım belki de. Yeni evimi sevmedim, eski evimizi hep aklıma getirdim ama onu da özlemediğimi fark ettim. Eski mahallede yürürken hep kapüşon taktım, biri olur da tanımasın dedim. Hep tek bir arabaya baktım, o araba olmadığını anlayınca rahat ettim.
Size olur mu bilmem, tatilde, güneşli bi yerdesinizdir, hava çok sıcak, yaz olabildiğince, sahile ilk vardığınızda bi tedirginlik hissedersiniz. O tişörtü çıkarmak için ya çok beyaz, ya çok yağlı, ya da hiç nedensiz isteksizsinizdir. Önce bi denize girersiniz, denizden çıktıktan sonra güneşe yatarsınız, belki bir bira içersiniz, o zaman biraz daha rahatlarsınız. Yüzmeye devam, yatmaya devam, biraya devam, sonra güneş batmaya başlar. Renkler sizi iyice rahatlatır, siz iyice rahatlarsınız, ‘iyi ki burdayım.’ dersiniz. Tişörtünüz kuma iki üç kere batmıştır, cep telefonunuz güneş yağı izleriyle kaplıdır, güneş gözlüğünüzün camlarını silersiniz. Bi serinlik gelir, renkler mor pembe olur.
Bana burada, bu ülkede çok oldu. Her seferinde değerini bilecek halde değildim, bazen nazlandım, bazen sinirliydim, bazen hüzünlüydüm, bazen hiç yoktan kapris yapasım gelmişti.
Aylardan Ocak, mevsimlerden kış. Güneş ne kadar yüzünü göstermek istese de ısıtmıyor. Ben artık gidiyorum. Bu şehre bir yaz akşamı gelmiştim, balkona kurulmuştum, buz gibi ouzo, lakerda, feta, birkaç meze daha eşlik etmişti bana. Büyük bir ihtimalle karanlık, bulutlu, soğuk bir günde ayrılacağım buradan. Hiç önemli değil. Aklımda hep son dakikada -bir arabaya binip- kaçabildiğimiz sahiller gelecek. Gülen gözler, tatlı sözler, güzel eller. Tenimizde tuz, hafif bir yanık acısı.
Görüşmek üzere.