Yazı yayınlanma tarihi: Nisan 2017 (www.themahmut.com)
İsveç’teyim, öğrenci evinde. Yurt falan değil, küçük bir İsveç şehri ve üniversitesi olduğu için maksimum üç kişinin kalacağı evler ayarlanmış bize. Finlandiyalı da bir ev arkadaşım var, adı Sakari. Sessiz sakin ve her Finlandiyalı gibi garip bir adam. Yaşadığım şehrin (nüfusu 50bin olan bir yere şehir demek ne kadar doğru bilmiyorum ama) tehlikeli mahallesindeyiz. Tehlike = Göçmenler. (Ay ne şaşırtıcı ne şaşırtıcı!) Irak’tan, Lübnan’dan, Filistin’den ve Kosova’dan gelmiş yüzlerce insan var, sarı minnoş İsveçliler tehlikeli zannediyor bizim mahalleyi bu yüzden. Oysa ben, sadece bizim mahallede bulunan “oriental” süpermarkette asma yaprağı bulabildiğim için göbek atıyorum. Sakari'nin ve benim ayrı odalarımız var. Biri kuzey diyarlarından diğeri de çaktırmadan, içten içe Alman olan iki kişi olduğumuz için ilk başvuruları yapmışız, büyük odalar bize verilmiş. Bir de pek küçük bir üçüncü oda var, o boş. Bu üç oda dışında bir de ortak bir salon var içinde mutfağı da olan. Daha ne olsun artık? Sakari, Tampere’den arabayla geldiği için yok televizyon yok dvd-oynatıcı yok kahve makinesi her şeyi getirmiş, öğrenci evi demezsin. “Gelin evi” evlerinden güzel.
İsveç günleri şahane geçiyor, yüksek lisans yapıyorum, yıllardır hayalini kurduğum İskandinavya’dayım, yeni insanlar tanıyorum; bazıları bana çok iyi geliyor, bazılarına götümle gülüyorum, onlar da bana büyük ihtimalle. Evimle okulum arasında bir orman var, bisikletle her ortasından geçtiğimde sığır bir İstanbul evladı olduğum için deli gibi heyecanlanıyorum. Pedalları bırakıyorum ayaklarımı kaldırıyorum olabildiğince, her yer nasıl yeşil, her yer nasıl farklı.
Resmi olarak öğrenci evinde yaşadığımız için internet ağı üniversitemize bağlı, hızı anlatabileceğim boyutlarda değil. Six Feet Under tüm sezon, yedi dakika yirmi üç saniyede iniyor mesela. Suyu kaynatıp kahvemi yapasıya kadar Nate, Ruth, Claire doluyor odamın içine. Öğrenciliğin şanındandır deyip indiriyorum istediğim her şeyi; sırf dizi ve/ya film de değil, onlarca albüm, yüzlerce şarkı… İstanbul’dan kalma bir kuzey müziği sevdası var çünkü; kuzeye, o karın çok yağdığı ülkelere, insanlara ait ne varsa dinlemeden ölmeyeceğim diye yemin etmişim. Manyağın evladı deneysel grupların saçma şarkılarından tut da aklı başında insanlara kadar her şeyi ama her şey dinliyorum, onları bir güzel arşivliyorum. Last.fm de kullanmaya başlamışım, üç saatte bir istatistiklerime bakıyorum. Ben kuzey şarkıları dinledikçe Last.fm bana “Hadi şunu da dinle, o sarışını sevdiysen bunu da seversin, a yok yok ama bunu da dinle.” diyor.

Ve bir gün bir İzlandalı genç adam öneriyor bana: Olafur Arnalds
Şimdi biraz 10 sene önceki halimden bahsedeyim. Ben o yaşlarda üzgün olmayı çok seven, feleğin kamçısını hep sırtında hisseden, yıvış yıvış, sümük gibi bir genç adamdım, hamurumda var zannediyordum bu. İstanbul gibi dünya güzeli bir şehirde büyümüşsün yaşamışsın, İskandinav diyarlarına gelip her günü huzurla geçen bir hayata adım atmışsın ama yoooook! Üzgün ve depresif olmak ne güzeldi, kimse de -zaten- beni anlamıyordu ama ben kendime yetiyordum. O kadar hüzün kime yetmesin zaten? Al komşuna, bacına yengene eniştene dağıt, o kadar çok. Olafur Arnalds’ın şarkılarını dinlemeye başladığım gibi tatlı tatlı çıldırdığımı hissettim. -Bence- her Olafur Arnalds ilk dinleyene olduğu gibi, bana da sanki o sarı kızıl, tatlı genç, hayatımın film müziklerini yapmış gibi geldi. Dünyanın yükünü çeken sırtımı İzlandalı bir adam usul usul okşadı sanki. Ne tripler ama bir görseniz; balkona sigara içmeye çıkıyorum, dalıp dalıp Olafur Arnalds eşliğinde uzaklara bakmak falan… Sebep desen sebep yok; öyle tatlı öyle dertsiz bir hayatım var ki çünkü. En büyük derdim İsveç pahalı bir ülke olduğu için gece çıkmalarında beş değil de sadece üç bira içmek.
Yaşadığım küçük şehir Norveç sınırına oldukça yakın, Oslo’ya da trenle 2,5 saat uzaklıkta. Hem de direkt tren var mis gibi. Atlıyorum dersimin olmadığı bir gün, sabah erkenden gidip gece döneceğim. Aypodumu, kitabımı defterimi, evde hazırladığım sandviçlerimi koyuyorum çantama, çıkıyorum yola. Öyle muhteşem manzaralar beliriyor ki gözümün önünde, beynim kulaklarımdan akıyor adeta. Kitabı elimden bırakıyorum ve sadece müzik dinliyorum. Shuffle dediğin şey bazen nabızdan mı nefes alışverişinden mi bilmiyorum ama bir şekilde insan halinden anlar ya, hah işte o yüzden Olafur Arnalds çalmaya başlıyor bir anda ben o trendeyken. Tren usulca yol alıyor, manzaralar değişiyor; karlı tepeler, gür ormanlar, buz mavisi göller karşıma çıkıyor. Ama Olafur Arnalds çalıyor o esnada, ruhuma ince ince dokunuyor şarkıları.
O günden sonra, hayatımın içinde, hep usul usul çalıyor onun şarkıları; tezimi yazarken, odamda kitap okurken, bisikletle orman içinde kaybolduğumda… Yüksek lisans bitince ağlayarak ayrılıyorum İsveç’ten (seni çok ama çok sevdim tatlı şey) ama şans peşimi bırakmamış, Hollanda’da iş bulmuşum, orada Eindhoven denen bir şehre taşınıyorum diplomayı cebime attıktan üç ay sonra. Ürkek ceylan gibiyim. Eindhoven çok çirkin, çok gri, çok sevimsiz bir sanayi şehri, İsveç'ten sonra çok garip geliyor, sonraları çok seveceğim evet ama o aralar hiç sevemiyorum işte. Bir gün sokaklarında avare avare gezerken şehirdeki çoğunlukla klasik müzik ama diğer konserlerin de yapıldığı kültür merkezinin önünden geçiyorum. Yanyana afişler asılmış, bir tanesine bi bakıyorum; Olafur Arnalds & Teitur & Ane Brun.
Ane Brun'u zaten binlerce kez dinlemişim, çok seviyorum. Teitur çok adamım değil ama söyledim, o kadar çok kuzey müzisyeni girmiş ki hayatıma o da onlardan biri, Faroe Adaları’ndan, bazı şarkıları çok güzel olan, sessiz sakin munis bir çocuk. Ama en önemlisi Olafur orada, hayatımın şarkıları orada. Hemen alıyorum konser biletini, pırpır ediyor kalbim. O sevimsiz, gri Hollanda şehri ilk defa gülümsüyor bana. Konser günü geliyor sonunda, deli gibi kar yağıyor Eindhoven’da. Konser mekanı o zamanlar yaşadığım eve yürüyerek on dakika uzaklıkta. Salonda, artık kötü hava yüzünden mi yoksa başka sebeplerden mi bilmem 30 kişi var yok. Büyük salon bir de; koca bir çayırda kendi kendine açmış çiçekler gibi bir orada bir buradayız. Hepimiz alkışlasak ne kadar ses çıkar.
İlk Olafur Arnalds çıkıyor sahneye, cılız alkış sesleri eşliğinde. Nasıl heyecanlı, nasıl ürkek anlatamam. İncecik, -o zaman- saçları uzunca. Üstünde daracık bir jean ve beyaz bi tişört ve lacivert bi hırka var. Altı yedi şarkısını çaldıktan sonra sahneyi Teitur’a bırakıyor, sonra assolist Ane Brun ve en son üçü bir araya gelip selam verip çekip gidiyorlar. Bis falan yok, 30 kisi gelmiş zaten, hangi bis?
O konser çıkışında, Olafur Arnalds’ın standından İzlanda ve onun fotoğraflarından oluşan kartpostallarından bazılarını ve üstünde albüm kapağının çizimi olan bir tişörtü alıyorum. İlk ya da ikinci maaşım olsa gerek, yeni para kazanıyor olmanın verdiği o gereksiz güvenle ödüyorum aldıklarımı. Kartpostalları hemen çerçeveye koyuyorum, asıyorum evimin bir köşesine, tişört ise hep üstümde. Soranlara “Siz bilmezsiniz, İzlandalı genç bir müzisyenin albüm kapak çizimi.” diyorum.
Olafur Arnalds zamanla daha çok tanınıyor tabi, Eindhoven’a üç kez daha geliyor, her seferinde tekrar gidiyorum konserine. Onu ilk keşfedenlerden biri olduğuma o kadar eminim ki, her konserinde her şarkıyı bana çalıyormuş gibi geliyor. Platonik bir durum var anlayacağınız. Seneler seneler geçerken ve o benim hayatımdan hiç ayrılmazken 2012 senesinin Ağustos ayında, o zamanlarki sevgili, tatilinden döner dönmez benim eve geliyor. Elinde rulo halinde sarılmış koca bir kağıt var. Konser mekanında çalıştığı için bana Olafur'un devasa bir afişini bulmuş getirmiş. Deliriyorum tabi sevinçten. Hemen asıyorum evimin girişine. Her kapıyı açtığımda, o kocaman mavi gözlerle bana bakıyor İzlandalı genç müzisyen.
Çok zaman geçti üstünden, Olafur Arnalds artık daha ünlü daha az çekingen biri oldu. Hâlâ eşekler gibi dinliyorum, 10 sene geçti üzerinden ama hâlâ hayatımın müziğini yapıyormuş gibi geliyor. Neyse ki artık o kadar üzgün ve sümüklü değilim. Instagram, Twitter, Facebook, her türlü sosyal medya platformundan takip ediyorum onu, eski bir arkadaşıma bakıyormuşum gibi. Görüşmediğim ama çok sevdiğim bir eski arkadaşım. İyi biri olduğunu düşünüyorum, gerçek olamayacak kadar iyi; yazdıkları, konuşması, fotoğrafları, hipster kazakları, hep gülümsetiyor beni. Mahmut’a heyecanla yazdığım Reykjavik yazısında belirtmeyi unutmuşum ama şehrin sokaklarında, sarhoş hallerde “Olafuuuuuuuur nerdesiiiin? ” diye beni nara attıracak kadar seviyorum bu adamı.
Bu yazıya da görsel olarak o bahsettiğim kartpostalları ya da tişörtün fotoğrafını ya da o evimin girişinde asılı afişi koyabilirdim ama istemedim. Hem şimdi dosya dosya fotoğraf kurcalayasım yok hem de herkesin Olafur hikayesi kendisine kalsın istiyorum. Müzik çok büyülü bir şey, çok can acıtan, çok mutlu eden bir şey. Onunla ilintili her şey ise insana özel, çok kişisel. Dinlemediyseniz, Olafur Arnalds’a bir şans verin, belki sizin de hayat şarkınızı o bestelemiştir.
Fotoğraf: Birta Rán (http://www.nordicstylemag.com/2015/09/interview-olafur-arnald-dont-think/)