altı ay sonra uçaklara, trenlere bindim. daha önce görmediğim yerler gördüm, sonrasında en sevdiğim şehir londra'ya kavuştum. liverpool'da eurovision finalini izledim. eurovision'a bayılırım. ben finlandiya kazansın istedim ama yogacı enerjici pis loreen kazandı. tebrikler isveç. final gecesi liverpool'daydım ama orada kalmadım. eurovision hafta sonu şehirde otellerin tek gecelik oda fiyatları 300 pound civarındaydı. keşke zengin olsam ama değilim. trenle 45 dakika uzaklıktaki sahil kasabası southport'ta kaldım. orası merseyside denilen bir bölge aslında. liverpool, mersey nehri kenarında kurulmuş, nehir irlanda denizi'ne açılıyor, southport ise irlanda denizi kenarında bir kasaba. bu yazının fotoğrafı da souhtport sahilinden. gelgiti inanılmaz. denize ulaşabilmek yüzlerce metre yürümek gerekiyor kumlarda. rengi gri kahverengi.
mayıs ayında psikiyatristimle yaptığım görüşme beni zorladı. bu sefer önceden ne diyeceğimi düşünmeden, sorabileceği soruları kendimce cevaplamadan gittim. ya konuştuğumuz dönem, an ya da bu hazırlıksızlık beni zorladı. çıkınca biraz düşündüm, hazırlık yaparak psikiyatristimle görüşmek ne kadar doğru, bana daha mı çok soru sormasını istiyorum, ben daha çok mu anlatmak istiyorum, beni onaylasın mı istiyorum. psikiyatrist hastasını neden onaylasın allasen. kafam çok karıştı, kendime sinirlendim. düzgün ve olması gerektiği gibi davranmadığımı düşündüm. bazen psikiyatristime bile anlattığım şeyleri manipüle ettiğimi kendime itiraf ettim. birini ona da söyledim, ben aslında size başka türlü aktardım diye. manyak mısın neden yapıyorsun bunu?
kendime arada nasıl olduğumu soruyorum. daha iyi, daha kötü, daha mutlu, daha mutsuz bunların hiçbirine bir şey diyemem. hepsiyim ve hiçbiriyim. ama tek bildiğim bir şey var, daha sakinim. başarısızlığa, beğenilmemeye, mutsuzluğa, ölüme, yalnızlığa, kötü habere, iyi habere mesafeliyim. şimdi büyük büyük konuşmak da yersiz olur tabii ama yapabileceğim bir şeyin olmadığı bir durum içinde bulursam kendimi, sadece dururum ben de. dururum ya. öyle düşünüyorum. eskiden bunun için ağlıyor, üzülüyor, sarhoş oluyor, bir şeyler yazmaya çalışıyordum. artık duruyorum. bu bir yandan çok büyük bir tehdit, kalmış üç beş tutkumu, hırsımı da törpüleyecek, belki beni en grisinden, vasat biri yapacak.
2019 haziran'da stelios'la ayrıldık. ve stelios benimle ondan sonra görüşmek istemedi. en sevdiğim insanlardan birine bir kez daha sarılamama gerçeğine dört sene direndim. ona mesaj attım, yazılar yazdım, şarkılar dinledim, ağladım, öfkelendim, onu birilerine anlattım durdum. ama olmadı. her sene onun doğum gününde girit'te çektiğim, onun çok sevdiği koyun fotoğrafını koydum. insanlar anlasın, yine ne kadar düşünceliyim, ne dehşetli bir özlem içindeyim bilinsin istedim. belki stelios görür diye düşündüm. görürse konuşuruz zannettim. hiçbiri olmadı. insanların -da- umrunda olmadı, stelios -da- görmedi, biz -de- konuşmuyoruz. ben kendi anma törenimde yalnız kalıp tekrar üzüldüm anlayacağın. her sene koyduğum o fotoğrafı sildim. küçük dert biliyorum ama benim için önemliydi. silerken üzülmedim. bir daha o fotoğrafı koymayacağım. bir daha bunun için üzülmeyeceğim. girit'te o fotoğrafın çekildiği günü unutmayayım yeter. dört sene için şununla insan uğraşır mı? dört senede insanlar cevval cevval neler beceriyor, ben neler yapıyorum.
londra'da üç tiyatro oyunu izledim. sam mendes'in yönettiği 'the lehman trilogy' muhteşemdi. üç saat yirmi dakika boyunca üç erkek kardeşin alabama'da pamuk ticareti yaparak nasıl zengin olduklarını, sonra nasıl dibe battıklarını bayıla bayıla izleyeceğimi düşünmezdim ama oldu mu oldu. izlediğim son oyun 'brokeback mountain' oldu. lucas hedges'ı sahnede görmek güzeldi. oyun da tam anlamıyla bir beş üzerinden üç yıldızlıktı. filmi izlerken o iki kovboyun arasındaki ihtiras, aşk, özlem, şiddet, üzüntü tiyatro oyununda (tek perde bir oyundu) hızlı hızlı, çok sıkıştırılmış bi halde sunuldu. alternatifi ne olabilirdi bilmiyorum ama o hız, o hissizlik hoşuma gitmedi. diğer oyun iste finsbury park yakınlarında alternatif bir tiyatro sahnesi olan park theater'da gördüğüm 'animal' idi. tüm gay erkek karakterlerin tatlı, komik, tolere edilebilir olduğu oyunun tek kötü karakteri kadın olunca mizojini şov bir oyun izlediğimi anladım. keşke öyle olmasaydı. londra her zamanki gibi beni onardı, mutlu etti, kendime getirdi. çok güzel sergiler gezdim, çok güzel biralar içtim, istanbul'da asla tatmin etmeyen dünya mutfağı hasretimi giderdim. trenlere, otobüslere atladım, yürüdüm de yürüdüm. londra, southport, liverpool; hepsinin hakkında yazmak istiyorum. yazmaya üşenmemek, yazarken basitleşmek, hafiflemek, 'asıl' ne hissettim onu ifade etmek istiyorum. denerim, belki de olur.
yunanca müzik atölyesi devam etti. sadece bir pazartesi, liverpool'da olduğum için eşlik edemedim ama sonra şarkıyı öğrendim. harika bir ekibiz ve her yeni şarkı öğrendiğimde çok mutlu oluyorum. haziran ayında devam edip etmeyeceğimizi bilmiyorum, edersek de son ayımız olacak. sonra ekim'de başlar dedi fotini. ben hepsine varım. iki güne de 'tersine mühendislik - yazmak için okumak' atölyesine başlıyorum. sibo katılmış, övgüyle bahsetti, hemen baktım. hem daha iyi okumak, hem daha güzel yazma isteğim var, bana iyi gelecektir, hemen kaydoldum. cuma akşamı başlıyoruz. benim kitap okumayan bir eşek olmamamı isteyen erimciğim bana yine bir kitap verdi. christopher isherwood'un kitabını yolculuk boyunca iştahla okudum, bu yazıyı bitirdikten sonra sahile ineceğim, orada okumaya devam ederim. belim ve bacaklarım iyi durumda. her seferinde doktorum zeynep hanım'ı minnetle anıyorum. hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını biliyorum ama artık dayanabildiğim ve daha önemlisi, yönetebildiğim ağrılarım var. gece ağrı yüzünden uyanmıyorum, yürürken ağrıdan bayılacak gibi olmuyorum. yarın gözüme kestirdiğim bir fitness mekanına gidicem erenköy'de. konuşmayan, gay insanların 'TERCİHLERİNE' saygı duyduğunu söylediği için pışpış beklemeyen ve bitcoin yatırımlarından bahsetmeyen bir eğitmen ve nasıl egzersiz yapmak istediğimi anlatacağım. anlattıklarıma karşılık gelen birileri varsa, yakın zamanda başlarız. kendimize iyi bakmamız lazım, yaşlanmak rezalet bir şey.
bu 'ay' şarkısı lonnie holley - none of us have but a little while