2019 yılının ilk günlerinde Sibel Atina'da. Bir arkadaşından bahsediyor, Altuğ, o da Atina'daymış, yemek yiyelim mi yiyelim, onun Yunan arkadaşı da bizimle olacakmış, e olsun. Bir de Takuhi Hanım. Memnun oluruz. Kokkinia diye bir semt varmış, orada buluşmayı önerdi, e buluşalım.
Kokkinia da neresi ayol?
Atina'nın altını üstünü getirmekle övünsem de bilmediğim onlarca mahalle semt var tabii ki. Stelios'a soruyoruz hemen, kısa bi süre bize bakıp 'Pire'ye yakın, mübadeleden gelenlerin yerleştiği bir semttir, hiç gitmemiş bile olabilirim, gittiysem de hatırlamıyorum.' diyor sakin sakin. Ben Sibel'e gerzek gerzek Stelios'un dedikodusunu yapıyorum gülerek; 'Ay aman kıçımın Kifisialı bebesi, gitmez tabi Kokkinia'ya.'
Biz atlıyoruz arabaya, gidiyoruz. Öğleden sonra bi saatlerde buluştuk sanırım, hava aydınlık çünkü. Altuğ'un arkadaşı Yunan eleman, artık ismi Vassilis mi idi Yannis mi idi atıyorum, sevimli bir adam, beraber yürümeye başlıyoruz Kokkinia sokaklarında. Zaten adı Vassilis ya da Yannis değilse de Yorgos, Nikos, Stavros olabilir. Ay hadi çok zorlarsak Pavlos, Stelios, Thanos falan. Yunanistan'da toplam 20 erkek ismi var çünkü. Hep yaptığım şakaları yapmazsam ölürüm. Şakasını her ortamda, herkesle, tekrar tekrar paylaşan, ağzına vurulmalık enişte olmama üç sene kaldı zaten. Kokkinia sokaklarında, bir şehirde değil de bir kasabadaymışım gibi geliyor. Atina'nın bazı semtlerinde hisseder(d)im bunu zaten, sanki ne büyük ne küçük bir kasabada dolanıyormuşum gibi gelirdi; çok katlı olmayan, koca balkonlu apartmanlar, manav, bakkal, tamirci, dükkanlar olur o semtlerde. Kaldırımlara atılan plastik sandalyelerde oturan Atinalılar, onların -bitmeyen- muhabbetleri olur. Kokkinia'da bunların yanısıra bir de köhnelik çarpıyor gözüme. Pis, rahatsız edici, korkutucu falan değil asla, köhne bi semt sadece; yaşlanmış, bakımsızlaşmış, yorulmuş. Vosporou, Menemenis, Attalias (Antalya), Prousis (Bursa) adımlarımızı attığımız sokakların isimleri. Mübadele sonrası oluşmuş yerleşim birimlerinde hiç şaşılacak şey değil. Zaten Kokkinia olarak bilinen ama ismi 1940 senesinde değişmiş bu semtin şimdiki ismi ise Nikea (Nikaia) yani İznik. Alışkanlıktan Kokkinia deniyor yine de.
Atina'ya ya da Yunanistan'ın başka şehirlerine gelmiş olanlar bilir, çok yüksek bina göremezsiniz bu ülkede. Gökdelen çılgınlığı yoktur, binaların çoğu bitişik nizam 4-5 katlı, koca balkonlu, tenteli binalardır. Tepelerden, yüksek yerlerden baktığınızda bir beton denizi görürsünüz ama sokakta yürürken sizi çok boğmaz bu şehir yapısı. Balkonlarda çiçekler vardır, gökyüzü kendini çok saklamaz, sokaklar çok dar değildir çünkü. Kokkinia'da bu apartmanlar da var ama daha çok müstakil evlerle dolu bir semt. Böyle süslü püslü bakımlı ihtişamlı evler de değil işte. Köy evi gibi, kasaba evi gibi. Simetrik değiller, düzenli aralıklarla inşa edilmemişler. Karakteristik olanların ön cephesinde simetrik iki merdiven var, belli ki farklı evin kapısına ulaşan, muhtemelen avluları var ortak kullandıları, iki katlılar çoğunlukla. Bazısı tek katlı hatta, arkada bahçesi var belli, önünde küçük bir veranda. Atina gibi genelde 90'ları anımsatan bir şehirde, daha da eski zamanlara götürüyor Kokkinia bizi.
Tavernaya geçiyoruz artık, midemiz şenlensin, boğazımızdan iki yudum ouzo aksın. Tahta sandalyeli masalı, albenisi olmayan, şahane bir semt mekanı burası. Takuhi Hanım geliyor az sonra, nasıl güzel gözlü bir kadın. Ben, Sibel, Altuğ, Vassilis (ya da diğer 19 isimden biri) ve Takuhi Hanım biraz çekinerek, kibar kibar başlıyoruz muhabbete. Masadaki hiçkimse, diğer herkesi tanımıyor zira. (Umarım anlatabildiğim ne demek istediğimi.) Ben zaten Sibel dışında kimseyi tanımıyorum, o yüzden sessiz kalmaya çalışıyorum başlangıçta. Potum, dangalaklığım, patavatsızlığım çok ünlü, şimdi durup dururken insanları germeyeyim. Yunanistan'da yaşarken, bizim tarih kitaplarında iki satır bahsedilen mübadelenin ne kadar da hayatın içinde olduğunu anladım. Göç etmenin, yerinden yurdundan, evinden zorla ayrılmanın ne korkunç olduğunu; bunu yapmak zorunda kalan insanların nasıl da inatla, direnişle hiç bilmedikleri bir hayata tutunduğunu gördüm. Tutunurken ne çok zorlandıklarını, verdiği kayıpları, hüzünlü hikayeleri duydum. Re(m)betiko yazım, mübadele konusunda en kafamı derleyip toplayıp bilgi verebildiğim yazılardan biri, aşağıdaki paragraf o yazıdan.
1922-23 senesinde gerçekleşen Türkiye - Yunanistan nüfus mübadelesi milyonlarca insanın hayatına etki etti. Din esaslı bu antlaşma Türkiye topraklarında yaşayan Ortodoks Rum vatandaşların Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türk vatandaşların ise Türkiye’ye göç etmesine sebep oldu. Birileri onlara gitmelerinin zorunlu olduğunu söyledi onlarsa ellerinde ne varsa iki üç valize sığdırmaya çalışıp, insanlık dışı koşullarda, nefes bile alması güç, kalabalık gemilerde başka bir ülkeye, sadece inançları yüzünden gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar nüfusu beş milyon olan Yunanistan’a bir milyonu aşkın insan geldi. Pire’ye, Selanik’e, Volos’a yerleştirildiler. Geride bıraktıkları vatanlarında sahip oldukları koşullara sahip olacakları söz verilse de beklenen olmadı. İki ülkenin de savaş sonrası ekonomik olarak ne kadar kötü durumda olduğunu düşünürsek, yeni ülkelerine gelen insanların, hiç de iyi koşullarla karşılanmadığını anlamak çok zor değil zaten bizim için.
Takuhi Hanım o akşam, o tavernada bize Kokkinia'yı anlattı. Altuğ ve Vassilis ile Yunanca konuşuyor, ben ve Sibel'le biraz Türkçe ama çoğunlukla İngilizce. Bütün bu gördüğümüz evler evet bir zamanlar insanların Aydın'da, Bursa'da, Manisa'da yaşadıkları evlerin benzeri imiş. Ön cephesinde iki merdiveni olan evlerin tam da düşündüğüm gibi avlusu varmış, insanlar orada beraber yemek yapar, yer, yaz akşamlarını beraber geçirirlermiş. Mübadele yüzünden -yeni- ülkeleri Yunanistan'a gitmeye zorlanan yüzbinlerce Rum'un yanısıra azımsanmayacak bir Ermeni nüfusu da gelmiş 1923 senesinde. Kokkinia o yüzden biraz diğer mübadele semtlerinden ayrılıyormuş çünkü Atina'da Ermeni nüfusunun bir arada ve en kalabalık olduğu semtmiş burası. Yıllarca Kokkinia'nın karakteristik 'prosfygika' (mültecilerin anlamına geliyor) evlerinin restore edilmesi için uğraşmış, sivil toplum kuruluşlarında gönüllü çalışmış, belediye temsilcileri ile görüşmüş.
'Atina'da hala mübadele müzesi yok, milyonlarca insan mübadele yüzünden buraya göçtü, burada yaşadı, bu ülkenin bir parçası oldu ama koca şehirde hala yakın tarihi görebileceğimiz, gösterebileceğimiz bir müze yok.' diyor sitemle.
'5 tane evi bile restore edemediler.'
Kokkinia'ya sonra Melda'yı ve Cem'i de götürdüm. O geceki muhabbeti, o semtin hikayesini çok iyi anlayacaklarından emindim. Çok seveceklerinden de. Onlarla gittiğimizde tatlı bir bahar günü idi, güneş pırıl pırıl. Cem en sevdiğim 'şimdi bi dakka! Burada ev kiralasak, böyle keşke bi 3 ay.' muhabbetini bile yaptı. Eski usül pastaneden galeta alırken sevindik. Melda 'teallam' bakışı attı ona tatlı tatlı. Cem'in bi yerde ev kiralama, orada biraz yaşama talebi çok net bi sevgi göstergesi; insan gezdirdiği, gösterdiği için çok mutlu oluyor bunu duyunca. Sonra bir daha yolum düşmedi bu semte, son yapılacaklar listesindeydi ama o liste zaten yalan oldu.
Hayatımda birçok şeyi, anlamsız bir şekilde, hiç beklemediğim anlarda özlediğimi fark ediyorum. Bazı şeylere anlamsız üzüldüğümü, bazı şeylerin hasretini çektiğimi, daha önce beni mutlu etmeyen şeylerin mutlu ettiğini... Göçmek, yerleşmek, bir hayatı bırakmak tanıdık olduğum ama -çoğunlukla- acı çekmeyerek ve benim kararımla, bilerek isteyerek gerçekleştirdiğim eylemler. Şanslıyım, rahatım ve keyfim yerinde. Tüm bunlar olurken evini, yurdunu, ailesini, parasını kaybetmiş insanlarla acımı kıyaslamam söz konusu bile değil ama kalbimin bi yerinden onlara, bir şekilde onlarla buluştuğum ayırdığım bir yer var. Hatıralarıma, sevdiklerimle olan anlarıma sahip çıkmak için çok çabalıyorum. Bu yazı da onun için burada biraz.
Marika Ninou bir re(m)betiko şarkıcısı. Doğum adı Evangelia Atamian. 1922 senesinde ailesi mübadele gereği İzmir'den Pire'ye gelmek zorunda, gemide doğuyor. Ölü doğduğu düşünüldüğü için geminin deposuna koyuyorlar cesedini, ölmediği anlaşıldığında geminin kaptanı koyuyor ismini. Evangelia; güzel haberlerin, müjdenin kız çocuğu demek. Ailesi ile beraber Kokkinia'ya yerleşiyorlar, 7 yaşında Zavarian Okulu'na gidiyor Evangelia, mandolin çalmayı öğreniyor, koroya katılıyor. 17 yaşında Haig Mesrobian ile evleniyor, 18'inde oğlu açıyor gözünü dünyaya. Doğumdan 7 sene sonra, kocası, Pire Limanı'na gelen bir Sovyet gemisine binip gidiyor. Oğlunu ve karısını Kokkinia'da bırakıyor. 1944 senesinde akrobat Nino ile tanışıyor Marika, evleniyorlar. Kocası akrobat kendisi şarkı söylüyor, oğulları da onlara eşlik ediyor turnelerde. Sonrasında re(m)betikonun en bilinen seslerinden biri oluyor. 35 yaşında ölüyor Marika. Hayatıyla ilgili daha çok ayrıntı olsa da benim yazasım yok, istiyorsanız bakarsınız.
Marika'nın Gulbahar şarkısını aşağıya bırakıyorum. Ses kalitesi çok iyi değil ama hepimizden bir şeyler taşıyor bu şarkı. Kokkinia gibi. Onun da dediği gibi; yavaş yavaş....
Kokkinia'nın neden bu kadar köhne olduğunu artık anlıyorum. Takuhi Hanım'ın istediği gibi o evler onarılsa, oraya bir müze açılsa, orası canlansa bile bir hayat köhneliği taşıyacak hep. Onarılsa bile içini, o deli kanı gördüğümüz bir dev damar var Kokkinia'da. O damarı görmemek imkansız. Ya keskin bir bıçak ucuyla keseceğiz, ya elimizi üstüne koyup akışını hissedeceğiz.