Atina
Evden sürekli bir şeyler atıyorum, ‘bu’ ev karanlık ve ısınmıyor bana sorarsan. Dört buçuk sene önce bir buçuk bavulla geldiğim bu şehirde çoğalmışım. Neyi atıp atmamam gerektiği konusunda eskisine nazaran çok daha kolay karar veriyorum. ‘O’nun hediye ettiği her şeyi tutuyorum, çiçekli lacivert çorap, Lizbon’dan aldığı bardak, manevi kızının bize yaptığı kağıttan gemiler, yazdığı iki üç kart, bana Paros’ta aldığı, kafama sığabilen nadir şapkalardan biri olan o şapka, fotoğraf makinesi zaten atılmaz saçmalama, bunları bi yere ayırıyorum. Kendi üstbaşımı ayırması atması daha kolay, geldiğimde giydiğim birçok şeye zaten giremiyorum, onların hepsine üzgün suratlı şişman vedası.
Yürüyorum olabildiğince, akşamdan kalmalığım bana izin verirse. Nefes nefese, yokuşları çıka ine, sigaramdan nefes ala ala. Bu şehre ilk geldiğim zamanki gibi hevesli, heyecanlı yürüyüşler değil ama bu sefer; içimde hissettiğim o kapkara, ağır üzüntüyle yürüyorum. Şehrin sokaklarını tanımazken ve tanımaya açken açtığım o kocaman gözlerim yorgun, dolu ve aynı noktalara takılıyor. Ocak ayı güneşli neyse ki, sarı turuncu bir ışık iniyor çoğu zaman şehrin üstüne, akşamüstleri. Şehirdeki son ayımda tüm sevdiğim yerlere, barlara, mekanlara, köşelere tekrar uğrama kararı veriyorum. Sevdiğim sokakları hatırlamaya çalışıyorum haritayı açıp.
Sonunda gidiyorum. Hilton’un önünde, onlarca kez beklediğim gibi havaalanı otobüsünü bekliyorum. Son dört senedir, bu duraktan otobüse binip üç beş günlüğüne bir yerlere gidip, yine aynı duraktan valimizi çekerek eve dönecekmişim gibi. 74 numaralı o apartmanın kapısını aç, 7 basamak çık, soldaki kürsünün üstünde eve gelen mektup var mı bak, asansörü çağır, beşinci kata çık. Evin o çok alıştığın kokusunu içine çek, terasın kapısını aç, onun içmiş olduğu sigara izmaritlerini terastaki masanın üstünde duran kül tablasında gör, yarısı dolu su bardağı da yanında, sabah iki yudum su içip çıkmış evden belli, yatağı toplamış, geldiğini haber ver. Bu sefer olmayacak bunlar. Otobüs geliyor, son bi kez kafamı gökyüzüne çeviriyorum, şıkır şıkır bir gün, sarı ışıklarla boyanmış şehir. Hoşçakal Atina. Sevdiğim yerlere, barlara, mekanlara, köşelere gitmedim. İçimden gelmedi.
Eindhoven
Evde hummalı bir çalışma var, koli açıyor, IKEA kartonlarına maket bıçağı geçiriyor, suntaları diziyor, vidaları çivileri bi kenara ayırıyor, o vidaları o suntalarla buluşturuyor, Eti Cin yiyoruz. Yedinci kattan şehre bakmak ilginç geliyor, tekrar burada olduğumu hatırlatmam gerekiyor arada. Atina’ya dönmeyeceğimi hatırlayınca her seferinde şaşırıyorum. Yılda iki üç kez geldiğimde burnumun direğinin sızladığı (ve asla bu kadar özleyeceğimi düşünmediğim) şehrim artık yine benim. Burdayım geri döndüm. Bu balkonda yazın ne güzel otururuz, şarabımızı açarız, tüller uçuşur, tüllere bakarız, gün batar güneşe bakarız, sevdiğimiz şarkılar çalar. Bu sene oynayacağım üç perdelik oyunun ikinci perdesi açılmış meğer. Dekor değişmiş.
Yürüyorum olabildiğince, çok yürümemişim meğer ben bu şehirde, şimdi anlıyorum. Ben bu şehirde bu kadar manolya ağacı olduğunu bilmiyordum, akılalmaz güzellikte bir erken bahar havası indi şehre, günlerdir sektirmeden mutlu ediyor beni. Doğanın olağan akışına ters giden bi şeyler olduğunu biliyor ama bu durumdan gizliden gizliye inanılmaz bir haz alıyorum. Bu tomurcuklarından sabırsızlıkla çıkmış yedi renkli çiçekler, gözümün önünde yavrularını büyüten sakarmekeler, koştuktan sonra bankta dinlenirken gözgöze geldiğimde bana gülümseyen kum rengi saçlı genç adamlar, hepsi beni yavaş yavaş uykumdan uyandırıyor.
Durmanın, hiçbir şey yapmamanın lüksünü bana yaşatan ne varsa hepsinin değerini bilerek ve hayatım boyunca unutmayacağıma söz vererek ayları sıradakilere bırakıyor, mevsimlerin değişmesine dönüşmesine şahit oluyorum. Bisiklet üstündeyim, kanal kenarındayım, daha önce gitmediğim bi mahallede perdeleri açık evlerin gözümün görebildiği köşelerindeyim. Bu sırada zaten dünya duruyor, başka bir derdimiz var, şu ana kadar yapmadığımız şeyleri yapıyoruz, daha önce hissetmediğimiz bir kaygı burnumuzun dibinde, kulaklarımızın arkasında, midemizin içinde geziniyor. Haberler okuyor, önlemler alıyor, aramızda konuşuyoruz. Daha çok el yıkıyoruz bu perdede, ortalık limon kokuyor hep.
İstanbul
Ablamla evimizin salonunda olmayan bir balkon ama kocaman yerden göğe pencereler var, bildiniz, kentsel dönüştük. Kahve demlenirken o bilgisayar ekranına bakıyor dikkatlice, ben o pencereden bakıyorum. Bostancı’nın boy boy apartmanları, tam bizim apartmanın önündeki sokak lambasının tepesindeki gerizekalı martı, Kınalıada’nın o uzaktan gözüken tek evi orada. Bi iki saate annemlere geçerim, bir de onları görürüm. Sibel’in evinin balkonunun önünde bir ağaç var, o ağaca genelde kumrular konuyor. Karşıdaki apartman dairelerinin çoğunda kediler var, o kediler, o kumrulara pencereden gözlerini belerterek, iştahla bakıyor. Keşke yiyebilseler. Onların dileği, benim değil. Erim’in salonunda mükemmel kadife bordo koltuklar var, çok sevilen babaanneden hatıra. Pencerenin önündeki koltuğa bakıp karşı apartmandaki yedinci kattaki o sarışın koca kafalı köpeğe bakıyorum, o da sokağa bakıyor, sonra ben de sokağa bakmaya karar veriyorum. Sokaktan insanlar geçiyor, biraz rüzgar esiyor, çam ağacı hafiften sallanıyor.
Yürüyorum olabildiğince, yıllardır zikzak çizerek gittiğim rotayı asla değiştirmeyerek Cadde’ye, oradan sahile yürüyorum. Yıllardır hiç bu kadar uzun kalmadığım İstanbul hoşuma gidiyor. Zaten dünyanın saçları tutuşmuş, bildiğim yerde, sevdiğim insanlarla, çok uzun zamandır sahip çıkmadığım, hafızamdan silinmeye başlamış anılarıma güzel yerlerinden kavuşmak beni onarıyor. Çimler yemyeşil, deniz hiç görmediğim kadar berrak, insanlar gözüme güzel gözüküyor. Uraz doğuyor, tatlı limon kafalı bi yavrumuz var artık. Onlarca kez gün batımına şahit oluyor, her seferinde fotoğraf çekiyorum. Unuturum diye mi korkuyorum, güneşin her seferinde daha güzel mi battığını düşünüyorum, bir gerizekalı mıyım bilmiyorum. Telefonumda yüzlerce fotoğraf var, yüzlerce güneş batmış.
Üçüncü perdede, sahnenin ortasındaki sandalyeye hiç acele etmeden oturuyorum. Salon bomboş, karanlık ve sessiz. Tiradıma başlamadan önce durmam gerektiğini düşünüyorum; neden bahsettiğimden emin olmak, ‘ona’ neler söylemek istediğimi kafamda toparlamam lazım. Atina’nın güneşi ve balkonları, Eindhoven’ın çiçekleri ve yeşili, İstanbul’un mavisi ve martıları gözümün önünde kare kare, iki saniyede bir değişiyor. Gittikçe hızlanarak değişiyor, iki saniye bire iniyor, sonra saliselere iniyor, değişim ulaşamadığım bir hıza erişiyor: sarı, yeşil, mavi. Sarı yeşil mavi. Sarı yeşil mavi. Kulaklarımda onca şarkı, onca ses, onca konuşma, onca kahkaha. Ben tiradıma başlar gibi yapıyorum, ürkekçe söyleyeceğim ilk cümlelerden sonra açılırım, -olmayan seyircinin - gözlerinin içine bakarak rahat rahat konuşurum zannediyorum. O sırada perdeyi biri kapatıyor, kim olduğunu az çok tahmin ediyorum. Dert edecek bir şey yok, çantamı alıp ben de kalkıp çıkıyorum çok ses çıkarmadan.