top of page

hello mr.



Amsterdam’da çok sevdiğim bir dükkan var, ismi Athenaum. Büyük, zincir kitapçılarda ya da ona benzer yerlerde bulamayacağınız bağımsız dergileri, kitapları, farklı sanat dallarındaki derlemeleri eserleri bulabilirsiniz. Pek sevdiğim ‘hello mr.’ 2013’ün bir yaz gününde Athenaum’da karşıma çıktı. Milkshake’e gitmek için Amsterdam’daydım, üstümde Adidas atletim, götümde kırmızı minicik şortum, bin bir eda ile salındığım güneşli, mükemmel bir Amsterdam günü. Dergide okunacak çok yazı, bakılacak çok fazla fotoğraf ve illüstrasyon, kendimi bulduğum onlarca cümle vardı. Senede dört sayı çıkaran bu dergiyi Atina’ya taşınana kadar aldım, düzenli olarak Amsterdam’a gidiyordum zaten o dönem; manitacılık olsun, gece kudurması olsun, birileri gelmiş dur onları göreyim olsun. Atina’ya giderken ilk dört sayısını Deniz’e bırakmışım, mışım diyorum çünkü yaklaşık beş sene sonra Hollanda’ya döndüğümde bıraktığım eşyaların olduğu valizde buldum. Dergi artık çıkmıyor, editörü Ryan Fitzgibbon bey hala taş gibi, geçende Instagram hesabına baktım, pes doğrusu.


İkinci sayısını geçende elime aldım evde, kapağında Ed Droste var; her dinlediğimde içimde çiçekler açtıran, sonra o çiçekleri solduran Grizzly Bear’in baygın ve ela gözlü, başından bela eksik olmayan insan çeneli, güzel kaşlı ve saçlı solisti. Sayfaları karıştırırken ‘Wanderings’ başlıklı bir yazıya takıldı gözüm. Jonathan Randall Grant (instagram: cultrkpr) yazmış, yazıya eşlik eden -keşke ben çeksem- fotoğrafları ise Michael Newsted (instagram: michaelnewsted) çekmiş. Kim bu beyfendiler asla bir fikrim yok. Brooklyn’de tozlu evlerde yaşayan yaratıcı insanlar olduğunu tahmin ediyorum. Kısa bir metin bu; Jonathan , Michael ile olan arkadaşlığını, muhabbetini, ilişkisini tertemiz cümlelerle, hiç dolandırmadan, sakince anlatmış. Metin -adına ister arkadaşlık ister başka bir şey deyin- o ilişkinin ne olduğunu, zorluğunu, güzelliğini bana öyle güzel yansıttı ki durdum durdum onlarca kez tekrar okudum. Bir şey okuyunca aydınlanacak yaşı çoktan geçtiğimi, üstüne bu metni yıllar önce okuduğumu ve asla hatırlamadığımı da biliyorum ama yine de bu yazının, birazdan okuyacaklarınızın ellerimden, kalbimden, ruhumdan akmasına sebep olduğunu itiraf etmekten utanmıyorum.


Beni yola çıkaran, uzun zamandır zaten yazmak istediğim ama cesaret bulamadığım satırları tetikleyense şu cümle oldu:


‘I don’t have many friendships like this one. This is new territory for me.’


 

Bir yaz gecesi, Fenerbahçe’den bindiğim bir taksideyim. Varıyorum on - on beş dakika sonra, araba kapısının tok sesi ardımda, bir acele merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor, insanı heveslendiren o uğultunun bir parçası olmak için aralık bırakılmış kapıyı hafifçe itip içeri giriyorum. İçeride kahkahalar her zamanki gibi duvarları titretiyor, bira şişeleri buzdolabından sık sık çıkıp sehpalara, yere, koltuk kolçaklarına konuyor, herkesin yüzünde bir gülümseme. Benim üstümde açık mavi bir gömlek, bulunmamın hiç de gerekmediği ama oldukça eğlendiğim bir geceyi bitirmişim, rakı kokuyorum muhtemelen. O gün tanışıyoruz. Senesini de konuştuk en son onun evinde olduğum günlerin birinde ama önemli değil; şu kadar senedir arkadaşız diyemem çünkü. Teknik olarak bunu diyemememin yanısıra bir de önemi yok. Ne yoğunlukta ya da kaç senelik bir hukukumuzun olduğunu bilmek işimize yaramıyor. Benim başka ülkelerden -arada bir- şehr(imiz)e döndüğüm zamanlarda ne kadar sıklıkla görüştüğümüzü, hangisinde sıradan bir görüşmenin ötesinde bir heyecanla kontrolümü kaybettiğimi hatırlamıyorum. Heyecan doğru kelime değil esasen, nedense insana aşkı anımsatıyor çoğunlukla, demek istediğim o değil. Hatırladığım şu; bir noktada onu gördüğümde umduğumdan daha çok sevindiğimi fark ettim, gecelerin birinde muhabbet ederken onun dediklerine çok daha fazla güldüm, bir meyhanede kadehleri iyiliğe güzelliğe kaldıracaksak o da gelir mi diye meraklandım. Sonra ben yine bir yerlere gittim, tüm bunlardan uzaklaştım; sorularımı, ummadığım kadar hissettiğim yakınlığı, o beklenmedik şiddetteki gülüşü, tamam işte o bahsettiğim heyecanı şehrin bulutlu göğüne, kimi zaman dalgalı denizine, semtlerimizin yamuk kaldırımlarına saklayıp yoluma devam ettim.


Ben kendimi özgüvensiz bilirim, utangaç değil ama biraz korkağımdır. Heveslendiklerimi genelde yapmaya cesaretim olmaz. İçimde çok fazla çatışan, beni çok yoran, beni çok üzen, beni tahrik eden, kudurtan ama kudurduğum için sonra utandıran düşünceler dolanır. Sevilmek isterim, bu yüzden bazen doğrudan kaçarım, genelde mantıklı ve işe yarayan biri olarak tanınırım. Ne güzel bulurum kendimi ne çirkin, ne iyi bilirim ne kötü.

Bir sırrım olduğunu, bu sırrın bazılarına iyi geldiğini, onun birileri tarafından açığa çıkartılıp süslenmesini ve hatta o süslü haliyle herkese gösterilmesini isterim içten içe. Böyle şeyler kolay kolay gerçekleşmez.


O ise -bana göre- insanın hayran kalabileceği kadar açık, biraz arsız, pervasız biri. Onun bir sırrı değil, sihri var gibi gelir bana; beklenmedik anlarda gerçekleşen mucizeleriyle dolanır evrenin köşelerinde. Sır sıkıcı, sihir heyecanlıdır. Bazen saldırgan olduğunu düşünür ona içimden geleni söylemeye, yapmaya çekinirim; bazı şeylerden çok çabuk, aniden sıkıldığını bilir tedirgin olurum. Bir anda çekip gidebilir ve o zaman, gitmeden önce illa vedalaşmak isteyen birinin bakışlarını fırlatırım ardından. Hiç işe yaramaz. Benim iyi olduğuna kısa sürede inandığım şeylerin iyi olmayabileceğini ya da tam tersini; ağzından çıkan, aklıma hiç gelmemiş fikirleri, örnekleri, cümleleriyle anlarım. Onu tahrik eden, kudurtan her şeye sahip çıktığını düşünürüm ve bunu biraz kıskanırım.


Hangimizin gözünden hangimiz ne hallerdeyiz, nasıl görünüyoruz çok da üstünde durmaya gerek yok. Daha çok benim takıldığım konular bunlar, onun ve -muhtemelen- başka insanların değil. Çok nadiren de olsa bazen kendi hakkında bir şeyler söylerdi, o anlara sık rastlamayacağımı bildiğim için dikkatle, gözlerim fal taşı gibi açık dinle(r)dim hep onu; hiç de o bildiğim tanıdığım, hakkında ahkam kestiğim, ‘olduğunu’ zannettiğim insanın cümleleri değildi ağzından çıkanlar. İlk ışık böylece yandı ve böylece görmekte zorlandığım o yolu birazcık aydınlattı. Sonra onun dedikleri benim bildiklerimi isabetli atışlarla vurdu, tersyüz etti. Kendimi tanırken, onu anlamaya çalışırken yazılmış, çizilmiş bir rehberin olmadığını kavradım. Yakınlaştığımı, nedense hep hissettiğim veya kendim oluşturmaya çalıştığım o mesafenin eridiğini hissettim. Kendi adıma en mutlu olduğum şeyse -nihayetinde- sınırlar(ımız)ın olmadığını öğrendiğim an oldu. Bir tel örgü, yüksek bir duvar, kilitli ağır kocaman bir kapı, binlerce yıldır rüzgarla suyla şekillenmiş dev kayalar olmadığını bilmek. İki akarsunun bir yerde buluşup, yan yana ve iç içe akıp, sonra denize, okyanusa, hadi çok coşmayayım belki büyükçe bir göle döküldüğü yerde yıkandığımızı görmek iyi geldi. Bir sınır çizmekten ve bulunduğum yeri kendime hatırlatmaktan yorgun düşmüştüm çünkü.



Büyümekten ziyade kendime geldiğim, olduğum, şekillendiğim ve seneler sonra ne kadar da çok sabah uyandığım bu şehirde köküme en çok yaklaştığım, bacaklarımı kollarımı zorlayarak, ruhumu kalbimi sızlatarak kendime uzandığım bir dönem geçirdim. Hiç olmadığım kadar gördüm göründüm, çatısına sığındım, koltuğunda uzandım, yattığım yerden dolunaya bakarak uykuya daldım, evimden evine kendi rotamı çizdim. Şehrin göğünde, suyunda, kaldırım taşında saklı ne kadar şey varsa hepsini olduğu yerden çıkarttım bir de tüm bunları yaşarken. Meğer yıllar boyunca o sakladığım şeyler ağırlaşmış, üstü yosun tutmuş, daha görünür olmuş. O yüzden kolay olmadı; bunları yaparken dengemi yitirdiğim anlar oldu, bir şeyi becerememenin öfkesi beni kibirime yenik düşürdü, illa adını koymak istediğim ama ne olduğunu bilmediklerim beni huzursuz etti. Daha önce yaşamadığım bir münasebetin çiğliği ve sancısıyla zorlandım sanırım. Şimdiyse hiçbir şeyin adını koymaya gerek olmadığını, öfkemin ona değil kendime olduğunu, hep bu öfkeyi bi yerlerde tutarak yaşayacağımı, dengem bozulur da düşersem elini uzatıp gülümseyerek beni olduğum yerden kaldıracağını biliyorum. Bu hep böyle olacak.


Uzaktayım. Burada üç gündür kar yağıyor, evlerin çatılarında birikmiş, ağaç dallarına konmuş, havada başıboş dolanan kara bakıyorum yine pencerelerden bir buçuk ay sonra. Aramızdaki binlerce kilometrenin verdiği güvenle onu istediğim gibi hatırlıyorum. Gidilen yollar, titrek sesle verilen haberler, konuşulan saçma konular, okunan satırlar, dinlenen şarkılar hep aklımda. Asla dinlemeyeceğini bildiğim bir şarkının bir sözünde, okuduğum kitabın satırlarında beni gülümseten bir an aklıma geliyor. O an diğerlerini çağırıyor, çağrılıp gelenler beni bir film sahnesine, beraber izlenen filmdeki şehrin sokaklarına, bir diziyi izlerken pişen yemeğin kokusuna, o çatalı ağzıma götürdüğüm anda gözümün önündeki koltuğun üstünde yamuk duran kırlentin rengine götürüyor. Bir daha o kadar zaman geçirir miyiz, ben yine o kadar göçerkonar olur muyum bilmiyorum. O ilk defa ürkekçe adımımı attığım topraklarda yine o kadar rahat yürür müyüm bi fikrim yok. Hiçbirinin önemi de yok. Bir kere oldu, bi yerde kök verdi, başka bir zamanda hiç beklenmedik bir yerde yaprağını uzatır, çiçeğini açar.

138 views
bottom of page