Artık hangi çekmecede ya da hangi dolapta buldu anahtarları hatırlamıyorum. Ayağında parmak arası terlikler, çamaşır suyu lekeli gri eşofman altı, üstünde ev tişörtü ile arandı durdu bir süre sessizce, buldu ama anahtarları. Çıktık evden atladık arabaya, on dakika sonra evin olduğu sokağa park etti arabayı. Karşımızda soluk sarı, iki katlı, ferforje balkonlu bir ev. Kapıyı açar açmaz aldığım keskin toz kokusu.
Atina’nın tam ortasında, Akropolis’e üç beş adım uzaklıkta bir ev bu. Bir zamanlar avlusundaki masaya birbirinden lezzetli yemeklerin konduğu, bahçesinde sardunyaların, güllerin, nice çiçeklerin açtığı, oturanların kahkahasına, gözlerinin yaşına, durgun durgun tavana baktığı anlara şahit olmuş bir evin içindeyim şimdi. Biliyordum bu evin ailesine ait olduğunu, dinledim hikayesini, sevdiğiniz biri size kendi hayatından bir şeyleri usulca anlattığında hayranlıkla dinliyorsunuz zaten. Atina’nın 1920’lerde, şimdiki haline oranla bir köy olduğu zamanlarda bu evde onun büyükbabasının, babaannesinin yaşadığını bilmek garip. Bende öyle bir büyükbaba, nine hafızası yok çünkü. Dedemin Bafra’daki evini zor hatırlıyorum, 1920’lerde var mıydı bilmiyorum. Çok gıcırdayan ahşap merdivenleri, bir de avlusunda papatyalar var diye hatırlıyorum. Ama çok çocuktum, belki de hayaldi hepsi.
Atina’nın buzdolabına sahip ilk ailelerinden biriymiş. O ahşap buzdolabı bizim beraber yaşadığımız evde, içinde Tarkan’ın da olan yüzlerce CD’nin konduğu dolap olmuş. Aklıma saçma saçma şeyler geliyor. Türkiye’de televizyona sahip ailelere komşuları ailecek gelir, onlarca kişi televizyon izlermiş ya, acaba buzdolabına sahip oldukları için millet gelip etini sütünü bırakmış mıdır diye düşünüyorum. Bunları düşünüyor olmamın esas sebebi aslında, yıllardır dokunulmamış ve yavaş yavaş bir harabeye dönen bu evin içinde fare görmekten korkmam. Böyle şeyleri düşünürsem –öyle- hayvanlar görmem belki.
Yavaş yavaş yıkılmaya başlayan çatıdan giren ışık elinden geldiği kadar aydınlatmış içeriyi, yavaşça yürümeye başlıyoruz. Dikkat etmemi söylüyor, tam olarak neye dikkat edeceğimi bilmesem de tamam diyorum gözlerimle. Konuşsam evde bir şey aşağı inecek gibi, ses çıkarasım çok yok. Eski şeylerden hoşlanmıyorum ama ona belli etmek istemiyorum. Bıraksan çıkarım, tozlar kulağımın içine giriyormuş gibi, öyle rahatsızım.
Hani bir antik kente gidersiniz, sadece 4 tane taş vardır ama bazılarımız o dört taşa bakarak o antik kentin giriş kapısını gözünde canlandırır ya, o öyle biri. Her zaman öyle olacak. Eski ve yok olmuş şeyleri olabildiğince güzel canlandırdığı için onlara her zaman hayranlık duyacak. Ben tam tersiyim. Bir şey eski olduğu zaman, o, eskiden orada duran hayatı, şekli, biçimi göremediğim zaman hemen yıkasım geliyor. Yıkıp yepyeni, pırıl pırıl bir şey inşa etmek istiyorum.
90’lar ve 2000’lerin ilk yarısına kadar bir Queer mekanı olmuş bu ev, asıl beni şaşırtan yanı o. O yüzden içi değişmiş, yıkmışlar, düzenlemişler, yeniden tasarlamışlar. Girer girmez bar tezgahı görüyoruz solumuzda, uzun mu uzun. Garip kemerler, sütunlar yapmışlar. Sandalyeler, bardaklar, duvara boyanmış atletik erkek resimleri duruyor. Büyükbabanın buzdolabından disko ışıkları çıkıyor, görmeyi bilirseniz. Gözümü kapatıp buranın bir Queer mekanı olduğunu hayal ediyorum, yüzüm gülüyor. 90’ların ortasında kimbilir hangi kötü pantolonlarıyla kaç Yorgos, Nikos burada dans etti, çapkın çapkın gülümsedi. Kafam gidip geliyor; bir yandan büyükbabanın avluda sakin sakin yemek yediğini, diğer yandan Nikos ve Yorgos' la öpüştüğümü görüyorum, hepsi bu evde.
Üst kata çıkıyoruz, dönen bir merdiveni kullanarak. Merdivenin yıkılacağını düşündüğüm için suratım bembeyaz ama bir şey olmuyor. Bir kara tahta görüyorum merdiveni çıkarken, üstünde mekanın ismi, kokteyller 8 euro imiş, diğer içecekler ise 7. Biranın fiyatını yazmamışlar, bira içmek pek havalı bir şey olmasa gerek o zamanlar. Heineken ve Amstel logolu bira bardaklarını görünce fikrimi değiştiriyorum hemen, içen içmiş birayı da güpgüp. 6 Heineken 6 Amstel bira bardağı kutusunda duruyor, eve götürmeyi öneriyorum. Kaynatıp, üstüne çamaşır suyu döküp, temizleyip kullanırım ben onları çünkü.
Üst katta ilerlediğimizde tekrar bir ev oluyor burası. Büyükbabanın ve babaannenin odası buymuş, bu ev içi balkondan avluya bakıyorlarmış, bu pencereden çok güneş girermiş, burası babasının bir zamanlar genç bir doktorken çalışma odasıymış. Duvarda paslı anahtarlar asılı, ahşap kapılar eskimekten yorgun yorgun bakıyor bana. Disko topu duruyor, ışıklar sönüyor ve ben bir aile evinde sessiz sessiz yürüyorum yine. Kedi bile yuva yapmamış bu eve, ona şaşırıyorum. Kedi görsek keşke, burayı yuvası bellemiş, en azından dışarıda yemeğini yer ama burada uyur. Terasa çıkıyoruz, terastan Atina’nın yüzlerce çirkin apartmanı selamlıyor bizi, bir de Akropolis.
Aklımdan bu evi nasıl da böyle acımasız bir şekilde kaderine terk edebildikleri geçiyor. Çok değil, yaklaşık 15 sene önce yüzlerce insanı ağırlayan bu ev nasıl oldu da bu hale geldi. Hiç bi bakmadınız, hiç mi bi kilidi açıp ne halde demediniz. Bu çatı neden yıkılıyor, bu toz ne, bu güzel kapılar nasıl bu hale gelmiş. Dayanamıyorum ve çıkıyor ağzımdan düşüncelerim, sakince, yargılamamaya çalışarak soruyorum. Öfkeleniyor belli, gözü atıyor, vücut dili değişiyor. Yine de çok nazikçe ‘bazen öyle oluyor işte’ diyor. Ne dediğini çok anlamasam da üstelemiyorum. Sanki onu kırmışım gibi geliyor, omzunu okşayıp ‘tamam’ diyorum. Bir gün bu ev yine canlanır, yine içinde kahkahalar duyulur, yine hayat geçer buradan, bunları diliyorum. O yaşarken olsun istiyorum bunlar, daha fazla eskimesin, daha fazla yıkılmasın. Bu ev canlandığında, kendine geldiğinde, soluk sarı limon sarısına döndüğünde yüzüne düşecek olan gülümsemeyi biliyorum çünkü.
Evden çıkıyoruz, evin ön cephesine bakıyorum tekrar. Ferforje balkonda asılı çirkin mi çirkin bir satılık ilanı sallanıyor. Her ucu sararmış. Kimsenin almasını istemiyorum bu evi, bu ev ona kalsın, o tekrar bu evi uyandırsın. Mobilyalarını seçsin, duvarlarını şevkle boyasın, çiçekleri eksin, bardakları seçsin.
Biz Granazi Bar’da kokteyllerimizi içelim, dans edelim, birbirimize gülümseyelim istiyorum. Gökkuşağı içimize dolsun, mutlu olalım istiyorum.