Bu eve ürkek ürkek attığım ilk adımı hatırlıyorum, görür görmez ne kadar hayran olduğumu, bu evi ne kadar sevdiğimi de. Bana kapılarını hiç beklemeden, çekinmeden nasıl hızla açtığını da. Beraber uyuduğumuz ilk gecenin sabahında ben tabii ki senden önce uyanmış, Temmuz sabahının beklenmeyen serinliğinde şaşkın bir halde, ses çıkarmamaya çalışarak oturmuştum terasta. Ne çok bitki ve çiçek vardı, sevişmek ne güzeldi. Gökyüzü ne de maviydi.
Sevgilim, ben artık gidiyorum.
Uyandığımda yatağımızdaydım, perdeyi kapatmamışım, gözümün içine içine düşmüş günün ışığı, onunla uyandım sabahın bir köründe, şimdiden sıcak. Son sabahımda bir prens gibi uyanmak isterdim; o güzel ayaklarım o tertemiz yeni silinmiş parkeye değerdi, o kusursuz çıplak vücuduma sabahlığımı sarar, odamızdaki o aynaya ne kadar da üzgün olsam kararlı bir bakış atardım belki ama yok. -Yine- dudaklarımın kenarında kurumuş salyayla, gözümde çapakla, iri yanaklarımla, kocaman göbeğimle, içmekten şişmiş ayaklarımla uyandım, aynaya zaten bakmadım. İlk işim aşağı inip çöpü atmak oldu, hemen yeni bir çöp torbası yerleştirdim. Mavi, kokulu olandan, benim sevdiğim. Mutfağı zaten önceki geceden temizlemiştim. Terasa çıktım, kahvemi içtim, kahve içtiğim bardağı yıkadım. Kültablasında sigara bırakmadım, bırakacağımdan şüphen yoktur, hepsini küçük bir poşete boşalttım, poşeti sıkıca bağladım. Girişte, evin kapısının dibinde duran dadından kalan o yeşil sandığın üstüne koydum. Giderken atarım. Salona baktım, her şey yerli yerindeydi, tüm kitaplar senin istediğin düzende, senin istediğin sırayla duruyordu ortadaki sehpanın üstünde. Salon perdesini senin istediğin gibi çektim, salondan arka küçük balkona açılan panjurları o yeşil, kalınca telle bağlayarak kapattım. Klima kumandası ortadaki sehpanın koltuğa bakan çekmecesinde en sağda duruyor merak etme, televizyon kumandasıyla beraber. Koltuk minderlerini havalandırdım, kabarttım, hiç yaslanılmamış gibi duruyorlar yerlerinde, hiç biz orada yatmamışız uyuya kalmamışız sevişmemişiz gibi.
Sevgilim, ne güzel günlerimiz geçti bu evde. Ne çok kahkaha attık.
Sen bu gece bu eve adım atacaksın, benim giysilerim, benim eşyalarım olmayacak sen bu eve girdiğinde. Öyle anlaştık, öyle konuştuk. Sen gelmeden, ben gidecektim. Gidiyorum. Yırtık tenteden o senin vazgeçemediğin gökyüzüne bakıyorum uzun uzun. Neden bu kadar aşıksın bu maviye, neden bu maviyi sadece bu şehirde göreceğini düşünüyorsun bilmiyorum. Dünyanın farklı yerlerinde, farklı anlarımızda yine aynı mavilikte bir gökyüzü olacaktı, seni buna ikna etmeye çok uğraştım ama ikna olmadın. Çoğu zaman lafımı sözümü dinler, güvenirdin bana, bu sefer olmadı demek ki. Tekrar tekrar, her dolaba, her rafa, yatağın altına, çekmecelere baktım, bir şey almayı unutmuş muyum diye. Bu evden giderken elbet beni hatırlatacak bir eşya, giysi bırakmak isterdim ama gereği yok, kocaman insanlarız, iz bırakmadan vedalaşmamız lazım. Katerina’nın kızının, Noel yemeğine geldiklerinde bize hediye ettiği, ikimize ayrı ayrı, elleriyle yaptığı kağıt gemilerden üstünde benim adım yazılı olanı bile aldım salondaki büfenin içinden. O büfenin içinde duran çocukluğundan kalma, özenle dizdiğin, arkasına küçük lambalar yerleştirdiğin onlarca oyuncağından birini hatıra diye almak istedim, buna hakkım olduğunu düşündüm; 1980 Olimpiyatları maskotu Misha'yı Ukrayna'da gittiğin şehirden getirmiştin, en çok onu sevdim. Belki de onu almalıydım. Hiçbirini almadım.
O Ağustos sabahı, taksi hareket eder etmez kafamı hemen sola çevirdim. Apartmanın giriş kapısına baktım, hayatımıza veda ettim. Taksi bizim sokakta biraz yol aldı ve raki aldığım Vergina aldığım kimi zaman şarap tavsiyesi aldığım dükkanın olduğu sokağa, sağa döndü. Sonra dümdüz devam etti, ana caddeyi geçerek Kolonaki ve Lykavittos Tepesi’nin gözüktüğü dört yola geldi, oradan sola döndü, yeni evime doğru tam gaz gitti. Midemin nasıl ağrıdığını, gözümün nasıl da yaşla dolduğunu, nefes almakta zorlandığımı öyle iyi hatırlıyorum merak etme.
Yunanistan’ın en ölü gününe, 15 Ağustos’a, bu ülkede herkesin tatile gittiği ay olan Ağustos ayının ıssızlığı yetmiyormuş gibi bir de tatil gününe denk getirmiştim yeni eve taşınmamı. Sokakların boşluğu öyle sinir bozucu, öyle üzücüydü, boş boş baktım taksiden dışarı. Yutkunarak, sesli ağlamamaya çalışarak, taksinin ne kadar da temiz olduğuna şaşırarak oyalamaya çalıştım kendimi. Taksi şoförünün tertemiz, ütülü, bembeyaz gömleği vardı bir de. Hiçbir şey sormadı, tek kelime etmedi. Üç beş dakika sonra sakince indim taksiden, adama teşekkür ettim, adam benim yaşa durmuş, hafif kızarmış gözlerime baktı biraz, kibarca iyi bir gün diledi, valimizi indirdi, ben de ona iyi bir gün diledim. O sırada benden başka kimsenin yaşamadığına emin olduğum apartmana girip birinci kata çıktım. Yeni evime girince ilk işim ön balkon kapısını açmak oldu. İki sandalye ve bir küçük masanın sığabildiği, daracık sokağa ve karşımdaki apartmanın balkonlarına, parmaklıkları çevreleyen bitkilerin izin verdiğince bakabildiğim minicik bir balkonum vardı.