top of page

Aynı yerde

- En son - 5 sene önce olduğu gibi, aynı sandalyede oturuyorum, aynı sokakta, hep en sevdiğim mekandayım yine, masanın üstünde yine aynı bira var. Bu konuda dünyanın en sıkıcı, en tutucu insanıyım; bi yeri sevdiysem hep ordayım, hep aynı birayı içiyorum, arkadaşlarımı hep oraya götürüyor(d)um, hep oranın en güzel yeri olduğuna inanıyorum. Eindhoven’a vedamı bu masalarda ettim; biraz kalabalıktık o zaman, üç beş masa birleştirecek kadar forsum vardı canım, veda sonrası ilk defa Eindhoven’a geldiğimde yalnız başıma geldiğim ilk mekan yine burasıydı tabii ki. Bu gece burada, kafamda, aslında Deniz’e ait bir poşu var, son birkaç aydır, kel, şekilsiz kafama sıcak havalarda en uyan şeyin poşu bağlamak olduğuna karar verdim. Çünkü uzaylı gibi, alnıma doğru genişleyen, sıcak havada deli gibi terleyen kafamın olabilecek en -sen de ilginç, ben de saçmalık- ideal prezansı bu. Prezans deyince de kendimi aklı evvel Ajda Pekkan gibi hissettim. Magnum şapşap, Ajda şapşap. Marka şapşap. (Bu kısmı bilmeyenlere sonra anlatabilirim.) Ayrıca bu bir Neslihan Yargıcı imaj projesi olabilir; Bendeniz’in abajur kıyafetini, Seden Gürel’in bebek mezarı büyüklüğündeki şapkasını hangimiz unuttuk? Hala poşudan bahsediyorum, poşulu kafamdan daha doğrusu. Seden Gürel aklınızı karıştırmasın.


Herkes başka insanlara bakmayı, onların hikayelerini kafasında yazmayı benim gibi seviyordur sanırım, benim de burada geçirdiğim zamanın çoğunda yaptığım şey buydu, o zaman bu şehirde yıllardır yaşıyordum, üstüne üstlük bi hadsiz sahiplenme, bi ‘buralar hep dutluktu’ halim vardı doğruya doğru. O halin bana verdiği cesaretle gözümün gördüğü herkese biçtiğim hikaye mutlak doğru olandı. Bir de kendi hayatımdan o kadar sıkılmıştım ki başka diye bildiğim herkesin benden çok daha mutlu, başarılı, en kötü farklı olduğuna neredeyse emindim. İnsana geliyor öyle bir çıldırma hali, durdurmak için bi reçete de yok üstelik. Ben de o esnada çıldırmıştım. O zaman -bana sorsan- mutsuzdum, çirkindim, başarısızdım. Şimdi -bana sorsan- daha iyi, daha tatlı olamazmışım. Şimdiki halime mi güveneyim, o zamanki halime mi? Çıldırınca Atina’ya yerleşmiştim, aa Atina’ya gelmişim derken orada da neredeyse beş sene geçti iyi mi? İyi bence. Fena değil en azından, son zamanları çok üzgündüm ama olur, n’apalım.


Dünyamız, hayatımız; galiba her şey hızla değişiyor. -Adamım ne akıllısın- Ben beş sene ara verdiğim bu eski şehre döndüğümde çoğu şeyin benim bıraktığım gibi olmadığının farkındaydım, zira öyle savaş zamanı hasreti yaşama, bi Anzak askeri gibi ara verme durumum olmadı. Sonuçta Yunanistan’da yaşıyordum yani, Tuvalu’da değil, 4 ayda bir geldim, bi gezindim, bi oralar buralar ne olmuş diye bakındım. Bakındığımda -özlediğim- gelişmelerin farkına vardım. Kendim, kader mi kısmet mi bilmediğim hayatımda yaşayıp onun rahatlığını güneş ışığı ve aşk ateşi ile parlatırken bi yandan ruhum, kalbim bu kadere kısmete razı olmayan hayatıma öykünüyordu. O kadar da güneş, o kadar da ışık, o kadar da mavi bir gökyüzü istemiyordum sanırım. İstemiyormuşum, şu an burada, aynı yerde, yine aynı satırları yazdığıma ve bi an düşününce ne kadar mutlu olduğuma karar verdiğime göre buna emin olabilirim.

Burada, bu sandalyeden baktığım yerde, değişmediği için çok mutlu olduğum şeyler var. Sarı’ya bi hevesle buradan bahsederken bana boş boş baktığını hatırladığım anlar var, nasıl da hadsizce; hayatında görmediği bi yere -ben hayranım diye- hayran olmaz diye öfkelendiğimi hatırlıyorum. Öfkemden pişman olduğumu. Onun, ben öfkelendiğim için bana çaresizce bakan gözlerini de. Bi şeyleri özlediğimi, bi şeylere onu yanıma alıp baştan başlamak istediğimi, neye sinirlendiğimi çok iyi biliyordu. Hatrıma yanaşmak, nedenini sorgulamak, bana bi nebze destek olmak yerine sürekli bildiği yöntemlerle soru sormayı, ona itiraz edersem köpek yavrusu gibi çaresizce bakıp beni üzmeyi, hiç bi şey işe yaramadıysa kaşını kaldırıp öğretici cümleler kurmayı tercih etti sağ olsun. Dünya tatlısıdır. Tadından yenmez.


Önümden -bana sorsan- garip garip tipler geçiyor, herkesin ayağında tank gibi ayakkabılar; Balenciaga, markasını biliyorum, o kadar dünyadan habersiz değilim. Sadece o mükemmel baldırlara sahip 20’liğin ayağında neden o küçük tank var merak ediyorum, çıplak ayakla yürüse bile her şey çok daha hayranlık uyandırır. Bileğine düşen parıltıya bakarım, ayağının yürüdükçe belirginleşen kemiğine beli. Ama hayır, önümden geçen herkesin ayakkabı markasını biliyorum, gömlek markasını da, saatlerini de, gözlüklerini de.O esnada önümden bir de hiç anlamadığım, muhtemelen asla alamayacağım arabalar geçiyor, biraz pahalı gibi. Aaa üstü bile açılıyormuş. Dev tekerlekleri var, erkeklik marşı gibi ZIVANRTTT ZIVANRTT diye bi ses geliyor arabadan. Testosteron en kötü formunda havada top top bulut olup üstümüze yağıyor, mutsuzuz.


Tam bir pis bakışlı biri gibi bakıyorum herkese. Söylenmiyorum ama, söylenmemem gerektiğini bana öğrettiler ama sinirleniyorum. Boğazına kadar dövmeli,futbolcu terlikli tipler oturuyor yanı başıma. O terlikleri nasıl giyiyorlar diye şaşırarak bakıyorum, bi yandan artık fetiş bi durum, bunun da alıcısı var deyip sakinleşiyorum. O dövmeleri çok severek yaptırmış, sana ne diyorum, etimi acıtıyorum, hatırlatıyorum kendime. KA RIŞ MA! Bir huysuz dayı, sevimsiz bir enişte gibiyim. O esnada dünya tatlısı çalışan Westmalle Tripel değil mi diye soruyor bana. Boncuk boncuk gözleri var. O bana gülerken onaylıyorum, evet Westmalle Tripel. Getir kasayı getir. Tanıdı beni tanıdı. Beş sene sonra beni yine burada tanıdılar. Sevin kocakafa sevin.


Her şey tanıdık, oturduğum sandalye aynı, ben yine buradayım. Zaman çok hızlı geçmiş, daha hızlı geçeceğini de biliyorum. Şimdilik bu durum beni kaygılandırmıyor, yani sorsanız kaygılıyım demem ama arada kötü ve bitmeyen rüyalar görmeme sebep oluyor. O işi nasıl halledeceğiz bilmiyorum.



93 views
bottom of page