Yazı yayınlanma tarihi: Eylül 2018 (www.themahmut.com)
Tam 11 sene önce, İsveç'in minicik bir şehrine adım attığımda yazmışım tüm bunları. İstanbul'daki odamda dinlediğim kuzey diyarları melodileri eşliğinde kurduğum hayalleri, Caddebostan'daki veda gecemi, gençlik heyecanımı, başka bir şehirde yaşayacak olmanın tedirginliğini, ilk gece -valizlerimi alamadığım için- sırt çantamdan çıkardığım ekstra tişörtümü yastık kılıfı yaptığımı, Ceren'in bana verdiği Friends VCDlerini izleyerek uyuduğumu, sabah kalktığımda bomboş bir odada olmanın korkusunu şu an öyle net hatırlıyorum ki.
Kocaman bir öğrenci evinde tek başına yaşıyorum hâlâ. Ev arkadaşlarım gelmediler, kim ve nereli olduklarını da bilmiyorum. Öğrenci işlerinde çalışan adam “geldiklerinde görürsün.” deyip başından savdı beni, merakıma yenilip sorduğumda. Öğrenci işleri adamı kel, göbekli ve çok sevimsiz. Sanırım uluslararası bir kural bu; sevimsiz olmaları yani, hepsinin kel olduğunu zannetmiyorum, hepsi göbekli de değildir.
Bu evde üç kişi yaşayacağız aslında ama gelmeseler, bir aksilik çıksa ne güzel olur. Bu mis gibi, kocaman, üç odalı, iki banyolu ev bana kalır böylece. Bir yandan da birileriyle tanışmak, kaynaşmak, öğrenci evinde yaşamak nasılmış öğrenmek istiyorum ama tek başına yaşama fikri çok cezbediyor beni. Daha önce hiç yurtta kalmadım, başkalarıyla ev de paylaşmadım. Ailemden ayrı yaşamadığım için onlarlaydım hep. Şöyle kafa dengi, çok tantanası olmayan, derli toplu tipler gelse ne güzel olur. Uluslararası ve bu şehirli olmayan ya bu şehirde yaşamayan İsveçli öğrencilere ayrılmış iki apartmanın birinde benim ev. 12 numaralı apartmanda.
Apartmanın hemen yanında bir benzin istasyonu var; gri eşofmanlı, saçlarına bir kova jel süren, Kosovalı olduğunu tahmin ettiğim racon abiler arabalarının kapısını açıp, genelde kaportaya oturup, son ses müzik dinleyerek takılıyorlar. Mahallede çok fazla Kosovalı göçmen var bu arada, savaş sırasında gelmiş çoğu. Benzin istasyonunun bir de cips çikolata gibi aburcubur, süt ekmek peynir gibi temel gıda malzemeleri, sigara ve sulu bira satan küçük bir marketi var. Sulu bira diyorum çünkü marketlerden alabileceğiniz tek içki, en çok yüzde üç alkol içeren bira. Bunun dışındaki tüm içkiler devlet kontrolündeki “Systembolaget” isimli içki dükkanından alınabiliyor. Üniversitenin uluslararası öğrenciler için düzenlediği “hoş geldiniz” gününde verdikleri broşürde yazılanları okuyunca öğrendim ben de. Racon abilerin yüzde üç alkollü birayla yetindiklerini zannetmiyorum ama; pek gürültülü, üflemeli çalgılar sayesinde kulak ağrıtan Balkan şarkılarını dinlerken olabildiğince coşkulular zira, o kadar coşku yüzde üç alkollü biranın eseri olamaz, imkansız.
Evde salon ve mutfak iç içe, en ucuzundan dört sandalye ve ne olduğunu bilmediğim ancak ahşap olmadığına emin olduğum bir malzemeden yemek masası var camın dibinde. Diğer öğünleri odamda, dizi izlerken ya da internette boş bol dolanırken yemeyi tercih etsem de kahvaltımı masada yapıyorum uzun uzun. Salon apartman girişindeki çimlere bakıyor, camın dibinde gelene geçene göz atıyorum kahvaltımı yaparken ben de. Odamdaysa, iki kapılı orta büyüklükte bir dolap, tek kişilik bir yatak, lambası üstünde bir çalışma masası ve uzun ince bir kütüphane var. Masayı kocaman pencerenin önüne yerleştirmişler, isabet olmuş, benim oda apartmanın arkasındaki ormana bakıyor çünkü. Ormanın ilerisinde göremediğim ancak varlığından şüphelendiğim tren yolu var, özellikle geceleri sessizlik indiğinde, belirli aralıklarla tren sesi duyuyorum. Diğer odaların kapıları kilitli olduğu için onlara bakamadım ama en büyük odanın, en erken başvurduğum için bana verildiğini söylediler. Yüksek lisansa kabul edildiğimi belirten mektubu alır almaz doldurmuştum konaklama formunu büyük bir heyecanla, işe yaramış anlaşılan.
Okul, eve üç kilometre uzaklıkta, bisikletle gidip geliyorum şimdilik. Bisikleti de geçen hafta, ikinci el eşyalar satan Kürt bir amcadan aldım. Dükkanın içi deli çarşısı gibiydi; halılar, tabaklar, kullanılmış elektrikli aletler, avizeler, kitaplar… Ve bisikletler! İstanbul’dan geldiğimi öğrenince çatpat Türkçe de konuştu benimle. İki gün sonra sokakta karşılaşınca da gülümseyip selam verdik birbirimize. Şehir o kadar küçük ki, herkesi ikinci kez görmem sadece bir haftamı aldı. Telefon kartı aldığım dükkandaki sarışın ve haddinden yakışıklı elemanı da iki gün sonra öğle yemeği yediğim mekânda görünce onunla da selamlaştık. Tek bir büyük(çe) cadde var zaten şehirde, gez gez bitmiyor.
Öğrenci işlerinde çalışan adam şehri gezdirme teklifinde bulunduğunda saatlerce gezeceğimizi düşünmüyordum ama oldukça yavaş hareket etmemize rağmen yarım saat bile sürmedi yürüyüşümüz. Adam ne sıkılıyordur: dünyanın farklı yerlerinden gelen şaşkın, meraklı öğrencilerle aynı sokaklarda, aynı cümleleri kurarak, aynı sorulara cevap vererek gezip gezip duruyor sürekli. Şehrin ortasından, ismini ömür boyu düzgün söyleyemeyeceğimi düşündüğüm bir nehir geçiyor. Öyle cılız, sarsak bir nehir değil neyse ki; suyunun rengi insanın içini karartan kahverengimsi yeşil de değil hem, ortasında da küçük küçük adalar var. Kenarına tahta platformlar yapılmış, güzel havalarda uzanıp kitap okuyanları, dertli dertli sigara içenleri, sevgilisiyle gelip oynaşanları, spor yapanları gördüm. Nehrin doğu yakasında şehir merkezi, tren istasyonu, üniversitem ve oturduğum mahalle bulunuyor.
Batı yakası tepelik; tepelerde, sık ağaçların arasında pastel renklerde, kocaman evler var, hepsi birbirinden görkemli. Belli ki zenginler nehrin batısında yaşamayı tercih ediyor. Şehir merkezi dediğim bölge ise başındayken sonu gözüken bir caddenin sağında ve solunda sıralanmış, her şehirde olması gerekenlerle dolu: süpermarket, iki katlı bir giyim ve ev eşyaları mağazası, üç beş bar, elektronik eşyalar satan bir mağaza, şehir kütüphanesi ve iki tane ufak otel. O büyükçe caddenin paralelinde bulunan ya da caddeyi dikine kesen sokaklarda ise butikler, şirin cafeler, lokantalar ve küçük ölçekli iş yerleri var. Kendimi çok mutlu ve özgür hissediyorum burada. İstanbul’da özgür olmadığımı düşünmediğimden değil ama burada bir başına ve kimsesizim, çok güzel bir his bu. Üstümdeki tozlu paslı huysuzluğu, yorgunluğu aldılar sanki. Karşılaştığım, tanıştığım herkese uzun uzun bakıyorum, onlara gülümsüyorum. İsveççe öğrenmek için üniversitenin düzenlediği derslere kayıt oldum hemen, ilk derse girmek için sabırsızlanıyorum. Sokaklarda benim gibi tek başına gezen öğrenciler var, herkes birbirine temkinli ama kibar bir şekilde gülümsüyor. Banka hesabı için kendimce en güzel logolu bankayı seçtim, çok doğru bir karar verdiğimi düşünüp kendimle gurur duyuyorum.
Yazıyı burada bitirmişim, güzel bir banka logosu ile dinmiş heyecanım belki de. O bankaya onlarca kez gittim, başka bir ülkenin banka kartına sahip olduğum için gereksizce mutlu oldum, bir haftada kendimi özgür hissetmiştim o özgürlüğü sonuna kadar yaşadım. Başka bir hayata yelken açmama sebep oldu İsveç'in bu 50bin kişilik minicik şehri. Hala gördüğüm en güzel evlerin, yeşilin en güzel tonunun, en mükemmel nehrin orada olduğuna inanıyorum. Hollanda'ya taşındığımdan beri gitmedim Trollhättan'a, pek gidecek gibi de değilim. Şu an benim için gereksiz masraf, gereksiz zaman kaybı oraya gitmek. Belki de, gittiğimde aynı büyünün etkisinde olmayacağımı bildiğim için korkuyorum. Kim bilir?