Yazı yayınlanma tarihi: Ağustos 2017 (www.themahmut.com)
Bir Cumartesi sabahı yine erkenden uyanmış, aval aval geziniyorum evde. Kahve makinası kendince tıkır fıkır bir şeyler demeye çalışarak işini görüyor. Akşamdan mutfağı tertemiz bırakmışım, bravo bana. Terasa çıktım, serinlik iyi geldi. Atina öyle sıcak ki bugünlerde, Atina sıcak şehir zaten, Atina’ya söylenmenin çok da anlamı yok. Kendime söylensem biraz daha iyi. Sıcak sevmeyen adam Atina’da ne yapıyor? Yallah Kopenhag’a esasen ben.
Rakamı hangi bilimsel yöntemlerle bulduğumu açıklayamayacak olsam da hayatımdan yüzde 82 oranında memnunum. Nankör biri de değilim, olmamaya çalışıyorum en azından. O yüzden elimdeki hayatın, beni sevenin, benim sevdiğimin, terastan gördüğüm manzaranın, yediğimin içtiğimin değerini kendime hatırlatıyorum sürekli. Ama bazı anlar geliyor, bi durup, kafamı yavaşça bi kaldırıp “Ne yapıyorum ulan ben!” deyip irkiliyorum. O sabah da fasulye ayıklarken irkildim.
Sibel burada, Atina’da; kardeşim gibi, canım arkadaşım biri Sibel. Kendine telefon hattı almaya gittiğinde pazardan güzel domates, yeşil fasulye de almış mis gibi. Zeytinyağlı fasulyeyi kim sevmez? Sabahın sessizliği ve serinliği fasulye kesmek, temizlemek, kılçıklarını almak için öyle uygun ki. Mutfak dolabını açıp iki büyükçe, derin kase aldım, koydum terastaki masaya; keskin bir bıçak aldım elime, telefonu dayadım masanın üstündeki mumluğa, açtım “Mahallenin Muhtarları” dizisini, başladım şakır şakır teyzeliğe. Her fasulyeyi iki ayrı ucundan minicik minicik kesiyor sonrasında da gövdesinde sinsice gizlenmiş kılçığını “şıfıııırt” diye usulca çıkarıyorum. O kılçık, baştan sonra bir bıçak darbesiyle, tek hamlede çıktığında verdiği haz inanılmaz. Dünyayı kurtardın sanki kocakafa, gurur duy kendinle. Mahallenin Muhtarları’nın hangi bölümü bilmiyorum, taksici Ali hastanede gözlerini açıyor, kuaför karısı Behiye çok seviniyor kocası ölmediği için. Sonra Ali’yi tekerlekli sandalyeyle, Temel’in işlettiği mahalle kahvesine getiriyorlar, ay tüm mahalle nasıl mutlu bir görseniz. Laz Temel “Ben Ali abUme çok iyi bakacağUm daa!” diyor ben elimdeki en büyük fasulyeyi başarıyla kılçığından ayıkladığım an. Mükemmel senkronizasyon.
O an bir asabım bozuldu. Baya bir asabım bozuldu.
Elimdeki bıçağı usulca masaya koydum. Fasulyeyi kasenin içine attım, ayağa kalkıp 5-10 saniye bir boş boş etrafa baktım. N’apıyorum ben? Bunun yaşla mı ilgisi var, ilişki biçimiyle mi, seçtiğim hayatla mı, içimdeki teyzeyle mi? Büyük ihtimalle Mahallenin Muhtarları oldukça kötü bir dizi olduğu için tüm bunlar oldu ama bu savla yazıya devam edemem, o yüzden o kenarda dursun. Daha çok sabah serinliğinde fasulye ayıklamak, temizlemek istediğim için kendime sinirlendim diyelim. Birileri başka bir şeyler yapıyordur, kesin daha iyi şeyler yapıyordur, farklı yazılmış senaryoları var herkesin hayatının, ona takıldı kafam çok pis.
Peki ne yapmalıydım, neler olmalıydı o Cumartesi sabahı? Granolamı ve bol vitaminli içeceğimi gömdükten sonra koşmalı mıydım mesela evimin dibindeki parkta. Bugün de 10 km koştuk hamdolsun. Köpeğim olsa onu gezdirirdim, orası kesin. Belki yaratıcı birileriydim ve sabah serinliğinde üstünde çalıştığım projeyi bitirmek mükemmel bir fırsattı, bitirdiğimde birileri yarattığım şeyi çok sevecek ve bana beşbin kelime ağırlığında övgüler düzecekti. Ya da kendime bir bilet almıştım, “Fak yu fasulyeler!” deyip valizimle evden çıkıyordum, bekle beni Peru, ben geliyorum. Boşanmış biriyim ve çocuklarım varmış mesela, bu nasıl? Atina’da değil Kopenhag’da yaşıyorum. Döndük mi yine Kopenhag’a? Çocukları alma günü, sabah 8:30’da alıp Tivoli’ye götürsem, orada eğlensek, yemek de yeriz beraber. Ne bileyim filmlerde öyle olmuyor mu? Şüphesiz karizmatik bir baba olarak resmediyorum kendimi; anlayışlı, bilgili, şık giyinen, tatlı bir babayım. Tam bir çılgın serseri, tam bir kötü roman karakteri olup o saatte votka içmeye başlayıp, sigaramı yakıp, dağınık saçlarımı karıştırarak, kısık sesimle kendimle de konuşabilirdim. Yatağımda hiç tanımadığım biri var, sevişiyoruz onunla. Uf resmen Teoman olmuşum, deliyim. Sonuçta o da insan.
Bilmiyorum işte, bence bu kadar seçeneğimiz olmamalı, bu kadar farklı hayata şahit olmamalıyız. Bu kadar farklı iş, bu kadar farklı ev, bu kadar çok şehir, bu kadar çok insan, bu kadar “ŞEY” olmamalı. Aklım kalıyor. Hepsinde başka biri olarak yaşamaya devam etmek istiyorum. Şükretmeyi otomatik olarak kabullenmek bazen zoruma gidiyor. Yazıyı okuduğunuzda büyük bir ihtimalle ergen beyinli, salak ve şımarık olduğumu düşüneceksiniz. Değilim. Yukarda yazan ve aklımda kalmış daha onlarca farklı hayata ve diğer kendime özenmiyorum. Onları kıskanmıyorum. Sadece bunun aklıma gelmesi beni huzursuz ediyor. Ördüğüm, şekillendirdiğim, beğendiğim, seçtiğim, kendim belirlediğim hayata, insanlara, objelere, mekanlara daha çok sahip çıkmak istiyorum.
Nitekim zeytinyağlı fasulyem mükemmel oldu; domatesini, soğanını, şekerini bol tuttum. Kısık ateşte uzun uzun pişirdim, oda sıcaklığına geldiğinde de dolaba kaldırdım. Bugün hepsini yerim sanırım; bir yaz günü leziz bir zeytinyağlı fasulye yemek kadar güzel şey yok. Dün de IKEA’dan mükemmel bir pilav tenceresi aldım zaten, belki deli manyak bir şey olurum ve sıcaktan sinir krizi geçirmezsem pilav da yaparım. Pilavı da çok iyi yaparım söylemesi ayıptır. Ben pilav yaparken elbet başka birileri Caddebostan’da koşu sonrası kahvesini içiyordur, birileri havaalanında bekleme salonunda tabletinden bir şeyler okuyordur, birileri laptopunu açmış ve şerefsiz müdürü için analizler, sunumlar hazırlıyordur. Kokain çekip sevişen de vardır, mutsuz mutsuz pencere kenarında oturan da. Kopenhag’da hava bok gibi olduğu için o gün Tivoli’ye gidememiş çocukların asık suratından bezmiş bir baba vardır. İlla ki vardır.
Bu yazıyı sabah serinliğinde yazdım. Aklımda kalanları yazıya dökmesi iyi geldi, biraz sakinleştim, rahatladım. Dolaptan süt alırken de fasulyeye göz kırptım günaydın niyetine.
Ama fasulyem çok güzel oldu. Gerçekten.