top of page

Pencereler

Kurtuluş sokaklarında gri bulutlar tepemizde, bir yandan da yağmur yağar mı diye endişelenerek yürürken bir yabancı gibi meraklı sorular soruyorum bizimkilere. Aslında yabancıyım, yalan değil. Bostancı çocuğu Kurtuluş’a hayatında belki üç kere gitmiştir.

'Bu Astek’in olayı ne şimdi? Bahsettiğin şarküteri bu muydu? Rober hangi sokakta oturuyor? Nora’nın evi nerede o zaman? Göreme’nin tatlıları çok güzelmiş, doğru mu?'

Çok konuşurum, bazen de çok soru sorarım. Hele sevdiğim ve nazımı çekecek insanlar yanımdaysa bir de üstüne şımarırım. Sıra sıra cevaplanıyor sorularım, bazen Sibel bir şeyler diyor, bazen Melda cevap veriyor. Kurtuluş’a giderken, İstanbul’a ilk defa gelmiş bir enişte gibi toplu taşımayı övmüşüm bir de.

'35 dakikada Kadıköy’den Kurtuluş’a geldik, daha ne olsun! Bak metro vagonları pırıl pırıl, aferin. Bak, insanlar metroda kitap okuyor, oh ne hoş ne hoş.'

Bana düştü çünkü.

Son sabahımda duş alırken kaç kişiyi gördüğümü düşündüm İstanbul’dayken. Kaç kişiyle konuştuğumu, kaç kişiyle kahkaha attığımı, kaç kişiyle bir masa etrafında oturduğumu. 40’ı geçtiğinde bıraktım artık ipin ucunu. Orada bir tatlılık geldi, duşta 45 dakika falan geçirdim sanırım zaten. Uzun uzun, dura dura geçti zaman. Böyle ne yaptım ne ettim, nasıl geçti, iyi mi geçti, yanlış bi şey yaptım mı, bi düşündüm. Hiçbir sorunun cevabını tam olarak veremedim, duştan çıktım, valizimi topladım. Ablamla evimizin en çok çalışan elektronik aletlerinden kahve makinesine uzandı elim sonra. Salonun kocaman pencerelerinden baktım her zaman yaptığım gibi. Kentsel dönüşüm yüzünden eskiden üçüncü katta olan evimiz dördüncü kata çıktı, önümüzdeki 80’ler sitesi apartmanlarının da üç katlı olması yüzünden bi manzaramız ferahladı. Emin Ali Paşa Caddesi’ndeki iki yüksek yeni apartman arasından Kınalıada’daki üç ev ve üç damla deniz bile gözüküyor. Al sana kısmi deniz manzaralı ev.

Bu İstanbul, en çok anne baba (sadece benimkileri değil) gördüğüm İstanbul oldu. Aynı zamanda en çok hastalık dinlediğim, zaman zaman karamsar muhabbetler duyduğum. Biz 37 yaşında olunca konular biraz değişiyormuş. Suçu 37’ye atmaya karar verdim. Arkadaşlarım ev almış evlerini gördüm, çocukları büyümüş onlarla konuştum, yeni yıla galiba 20 yıl sonra ailemle girdim, Kadıköy’ün Bostancı’nın Cadde’nin sokaklarında her zamanki gibi yürüdüm, şahane filmler izledim, Kadıköy Sineması’nı hala bir köpekbalığı ağzına benzetiyormuşum onu hatırladım, çok güzel şeyler yedim, çok güzel evlerde yayıldım, ışıl ışıl gözler gördüm, gülerken daha da güzelleşen dudaklara baktım, Şahika’da dans ettim, Kiki’de salındım, çok kahkaha attım, çok konuştum sesimi kıstım, minibüslerin pembe mor ışıklarına baktım, taksilere sarhoş bindim. Benim kumral zannettiğim insanlar aslında esmermiş onu öğrendim.


Bildiğim, emin olduğum tek bir şey var; İstanbul’a gelince, gelmeden önce yapmayı düşündüğüm ne varsa çoğunu yapamıyorum. O insanı da görmedim, o yemeği de yemedim, o konuşmayı da yapmadım, o mekana da gitmedim, o rotayı da yürümedim, o uykuya da dalamadım. Hepsini bir sonraki sefere erteledim.

Yine.

Hangi şehirlerin benim şehirlerim olduğunu bilmiyorum. İstanbul’a benim şehrim demeyi ayıp buluyorum, 12 senedir yaşamıyorum çünkü. Ritminden, neşesinden, renginden, çirkinliğinden, hüznünden bana ara sıra geldiğimde ne kalıyorsa onu kendime katıp dönüyorum. Valiz aç kapa şehri. Onca aile arkadaş buluşması, koşuşturması, kahkahası arasında pencerelerden bakmayı hatırlatıyorum kendime. En sevdiğim anlar o çünkü, arka fonda mırıl mırıl biri(leri) konuşurken, kahkahalar yankılanırken, müzik çalarken, hiçbir şey olmazken pencerelerden balkonlardan bakmayı çok seviyorum. Kısa bir süre o andan çıkıyorum, yanımdaki insanlardan uzaklaşıyorum. Sesleri dolanıyor sadece bir yerlerde.

Bu İstanbul, en çok pencerelerden baktığım İstanbul oldu. Yeldeğirmeni’nde bitişik nizam apartman dairelerine, Yoğurtçu Parkı’nda Melda’nın zulacı kargasına, Feneryolu’nda rengarenk ampullerden gelen ışıkla Cadde’den geçen arabalara insanlara, Kurtuluş’ta karşı apartmanın (kim oturuyor acaba burada merakıyla) terasına, Aras Yayınevi’nin şahane yeni mekanının balkonundan Boğaz’a, Şahika’dan şehrin ışıklarına, annemlerin mutfak penceresinden her sabah besledikleri serçelere kumrulara, bizim evden Kınalı’daki işte o üç eve baktım. Bakmak iyi geldi.

Son sabah. Annemlere geçtim, yemek yedik, kahve içtik, konuştuk. Babam bana fındık ayıklamış, annem iki gömleğimi yıkayıp ütülemiş onları da valize koydum. Bir yere giderken ‘bir an önce gideyim huzursuzluğu’ var üstümde. Üç beş gün sonra görüşecekmişiz gibi vedalaşmak istiyorum artık. 2007 senesinden beri yok İsveç yok Hollanda yok Yunanistan sürekli bir yerlerden gelip, bir yerlere geri dönüyorum, sürekli vedalaşıyorum. Babam beklediğimden hüzünlü cümleler kuruyor, o cümleleri anlıyor, hissediyor ama kurmak ve duymak istemiyorum. Evden çıktıktan sonra Bostancı Sahil’e yürüyorum hızlı hızlı. Oradan otobüse binip havaalanına gideceğim.

Sahile vardığımda güneş açıyor aniden, denizin ortasında sapsarı bir ışık kümesi görüyorum; tepemde hala kara bulutlar, önümden geçen martılar var. Karşımda Kınalı, Burgaz. Hafta içi olduğu için ortalık boş ve sakin. Kendime ‘bakma’ ödülü veriyorum o anda. Adalar karşımda, yüzümü onlara dönüyorum. Güneş bulutlar izin verdiğince gözümü kamaştırıyor, denizin rengini değiştiriyor. Biraz durmanın ne de iyi geldiğini hatırlıyorum, koşturmaktan artık sıkıldığımı biliyorum. Benim gibi bir Alman için planladığım saatte otobüse binmemek, havaalanına belirlediğim saatten geç gitmek zor işler ama durup bakıyorum bir süre, pencerelerden baktığım gibi. Kendime bir hayali pencere çizip bakıyorum.

Sonra bir otobüse, sonra da bir uçağa biniyorum.




194 views
bottom of page