top of page

Kule Vinç

"Rana küçük matkap Onur'da mı?

Şu kutuları ben aşağı indireyim dur. Konteyner de dolmuş ağzına kadar, hava da öyle rüzgarlı ki ne atsak uçuyor.

Bu asansörü biz daha çok bekleriz ha, herkes taşınıyor kocaman apartmana. Yandaki komşular daha parke bile yaptırmamış, ohooooo onların işi çok.

Ozan şu dolap kapağını 45 derece açıyla tutabilir misin, yok öyle değil, hah böyle!

Onur bir lamba takarsa daha bizi öldürecek artık. Igor da ne sabırlı adammış ha.

Deniiiiiz bunları nereye koyucaz?

Anka kızım çekil oradan, Anka ne dedik biz sana? Ankaaaaa!

Bu duvara şunları asalım bence (eliyle iki tane resim gösteriyor) bu duvara güzel olur bunlar.

Yalnız perde takmak ne eziyetmiş arkadaş.

Anka çorba yiyecek misin?

Eti Cin isteyen?

Bu banyo neden nem kokuyor abi? "


 

4,5 sene sonra yine bu şehirde, bu sefer yedinci kattan tüm tanıdığım mahallelere bakıyorum. Van Abbe müzesi orada, burası Geldrop değil mi, aaaa bak ilk yaşadığım Hertoghof binası tam karşımda. Yüzlerce kez yürünmüş yollar, yüzlerce kez kapısından içeri girdiğim evler, oturduğum, sarhoş olduğum teraslar gözümün gördüğü mesafede. Bulutlar hızlı hızlı geçiyor üzerimizden, bir aceleyle, bir karanlık halde. Rüzgar asap bozucu, suratını tokatlıyor insanın. Şubat ayında Hollanda, niye neye şaşırayım? Balkon kapısını açıp tekrar içeri girdiğimde tanıdık sesler duymak, tanıdık yüzler görmek her seferinde rahatlatıyor beni. Yerde açılmış karton paketler, suntalar, dolap kapakları, sandalyenin bacağının kenarındaki vidalar, kütüphanenin üçüncü rafına bırakılmış çekiç, bir köşede telefonuna bakarak biraz dinlenen birini görmek sanki tam da istediğim şeymiş gibi geliyor. İnsan normalde tam da böyle bir şey istemez, şimdi dürüst olalım. Günde 3 tane Eti Cin de yememeliyiz.


Bir süre sonra bir uçağa binip Atina'ya gidecekmişim gibi. Geliyordu o zaman. Şimdi azaldı o his, bir ara bitecek. Bir ara, hızlı hızlı üstüm(üz)den geçen karanlık bulutları değil masmavi bir gökyüzünü görecekmişim gibi geliyordu. Sarı'nın dünyanın en güzel mavisi olduğunu iddia ettiği, benim tabii ki katılmadığım, -sinirle- dünyada aynı güzellikte maviye sahip başka gökler altında yaşayabileceğimizi söylediğim zamanlar geldi aklıma. Balkon kapısından içeri girince aşina olduğum, beni gülümseten bir yuva var; balkona çıkınca ise yıllar geçirdiğim ama istediğim gibi kotaramadığım(ız) bir hayatın olduğu başka bir yuvanın garip hissi. Özlem diyemem, ne olduğunun adını koyamadım.


Atina'da teras(ımız)dan gördüğüm bir kule vinç vardı. O terasa çıktığımda kafamı biraz sağa döndürdüğüm gibi önce Lykavittos Tepesi çarpardı gözüme; söylemeye ne hacet tepesinde bir kilise, tepenin eteklerine yayılmış kokoş semtimiz Kolonaki ve onun güzel apartmanları. Koca hastanenin tepesindeki yazı, hastanenin önünde birkaç zavallı ağaç görünürdü. En yakında, gözümün gördüğü en kısa mesafede ise inşaatı devam eden Ulusal Galeri binası. Yunanistan'da işlerin her türlüsü yavaş ilerlediği, çoğu zaman bürokratik engellere takıldığı için bu müzenin de yapımı kaplumbağa hızıyla devam ediyordu. Kulesi sapsarı, üstündeki kısmın kırmızı beyaz olduğu vinç hep oradaydı, bazen günlerce hareket etmeden, bazen salına salına dönerek, ucunda kıçında bir şeyler taşıyarak gözümün önünde duruyordu. Küçüklüğümden beri kule vinçlere heyecanla karışık bir sevgiyle bakarım, ucunda oturmayı, iki elimle tutunduktan sonra biraz korkarak aşağı baktığımı hayal ederim. Kule vinç, hangi şehirdeysem beni yavaş yavaş o şehrin üstünde döndürsün düşlerim. Ara sıra Sarı'ya, Atina'da beni ziyarete gelen tüm arkadaşlarıma her zaman o kule vinci gösterip yukarıda yazdıklarımı söyledim.


"Keşke şimdi ucunda otursam, böyle yavaş yavaş tüm şehir üzerinde dönsem, mükemmel olmaz mı?"


Aldığım cevapların çoğu kalp kırmamak ya da gerzekliğimi yüzüme vurmamak için ağızdan çıkan bir 'yaaaani' ya da bir haspinallah anlamındaki göz kırpıştırma ve gülümseme değerindeydi en fazla. Kimse kule vincin ucuna oturmak istemiyormuş, anlaşıldı. Siz kaybedersiniz. O terasa çıkabildiğim 4 sene boyunca neredeyse her gün kule vinçle selamlaştım, o hep oradaydı, ben her seferinde ona dikkatlice bakıp, bazen göz bile kırptım. Müze çok yavaş da olsa gözlerim(iz)in önünde inşa ediliyordu. Bitince nasıl bir bina olacak acaba? Müze manzaralı terasımız olacak, oh havamız yerinde. Tepesine çıkar, oradan bizim terasa bakarız değil mi arasıra? Hep orada yaşayacağız çünkü.


Bahar yavaş yavaş kendini gösteriyor, geldiğim ilk iki hafta olmasa da sonrasında beklenmedik şekilde açan kiraz çiçeklerini, patlamaya başlayan manolyaları görmeye, gereğinden fazla neşeli karatavuk seslerini duymaya başladım. Şehrin en sevdiğim mahallelerinde, parklarında yürüdüm. Yeni evler yapılmış, yeni insanlar gelmiş, bazı yollar trafiğe kapanmış, kimi şeyler değişmiş, çoğu aynı kalmış. Buradaki hayatı çok iyi bilmekler beraber verdiğim 4,5 senelik ara, o parkta gördüğüm bir ağaca biraz daha uzun bakmama, oradaki bir bankta daha uzun oturmama sebep oluyor. Neler oldu? İnsanlar evlendi, boşandı, çocuk sahibi oldu, uzun seyahatlerinden döndü, ev aldı, iş değiştirdi, sevdikleri öldü, yüzleri kırıştı, popoları sarktı, çok zayıfladı, kendine çok iyi baktı, güzel yaşlandı, daha pahalı arabaları, daha güzel evleri oldu.


Belki.


Belki de hiçbiri olmadı bunların.


Bana bu sürede neler olduğunu düşünmeye başlıyor, 20-30 saniye sonra tüm düşündüklerimin, gözümün önüne getirdiğim tüm görüntülerin birbirine karıştığını hissedip biraz panik oluyorum her seferinde. Masmavi deniz, kum rengi plajlar, kum rengi saçlar, yemyeşil bitkiler, canımı acıtacak kadar deli bir güneş, gülümseler, doyulmayan sevişmeler, üzgün haller, ofiste masam, işe başladığımda heyecanlı anlarım, arada Eindhoven'a ya da İstanbul'a gittiğim zaman yaşadığım mutluluk, mutsuz sevgilim, mutsuz ben, eskisi kadar huzurla uyumadığım yatağım, katlanan çamaşırlar, Girit yolları, gün batımı oldu. Onlara neler olmuş, bana neler oldu. Dur şu bankta biraz daha oturayım. Bu çiçekler ne kadar kırmızı.


Son günler, son aylarda; zaman asla geçmezken, hiçbir şey değişmezken, ben yeni bi haber almazken, birilerine yeni bir haber vermezken sadece gün saydım. 37 gün kaldı, iki hafta kaldı, 12 saat sonra gidiyorum, havaalanında bir koltuğa oturmuşum, uçaklara bakıyorum. Veda turlarına çıkarım, çok sevdiğim sokaklarda yürür, oturmayı hayal ettiğim apartmanlara bakar, atlar belki Aegina adasına gider, şehrin tatlı barlarında son içkilerimi içerim zannettim. Çoğunu yapmadım, canım istemedi, canımın istediği hiçbir şey yoktu. Bir tek son bir kez görüşmek istedim, biraz onun hayalini kurdum. Aylardır arabasının, evinin, ofisinin kenarından köşesinden geçerken tedirginlikle karışık heyecanla bir anda sokağın köşesinden çıkmasını bekledim bazen. Ne de olsa kötü ayrılmadık, ne de olsa düşman değiliz. Birbirimizi görsek sarılır, çekinmeden güleriz.


Sondan bir önceki gün, artık ofisi kontrol edip kapatacağım, son işlerimi halledeceğim, eve dönüp valiz hazırlayacağım. Kendime 10 kiloluk bir koli hazırlamışım, onu Yunanistan'dan Hollanda'ya yollayacağım. İçinde kaybolursa üzüleceğim ama kaybetmeyi de göze aldığım şeyler koymuşum. Nükhet Duru - Bir Nefes Gibi dinliyorum, neredeyse sadece ve hep o şarkıyı. Spotify aynı şarkıyı çalmaktan bıkkın ama ben değilim. Aynı rotadan duygusuzca, otomatik olarak, aynı şarkıyı dinleyerek yürüyorum kaç haftadır. Gözümü kapatsa biri, yine sağsalim ofise varabilirim. Müzenin göründüğü trafik ışıklarında yeşil yanmasını bekliyorum yayalara; eski mahallemiz, Pangrati'deyim. Güneş pırıl pırıl, Gökyüzü Ocak ayında masmavi, bulutsuz desem yalan söylemem. Kule vinç çalışıyor, hızlı olmasa da dönüyor müzenin üstünde. Müzeye bakıyorum, son katı çıkmışlar, camla kaplıyorlar, hiç görmediğim kadar hızlı bir inşaat var. Sanki 4 sene ben her gün, her sabah o terastan baktığımda özellikle yavaşlamış, neredeyse durmuşlar da şimdi son bakışımı beklemişler. Aşağıdan bakınca garip geliyor, hem kule vinç, hem müzenin hali, hem ilk defa biteceğini düşünmem. İster istemez bozuluyorum. Ben giderken, ben artık o terastan bakmazken neredeyse bittiğine.


Geldiğim günlerde haberlerini duyduğumuz, çok da tedirgin olmadığımız bir virüsün, bir hastalığın artık her dakika konuşulduğu günlerdeyiz. Seyahat etmek yasak, okullar kapalı, hadi çıkalım bir şeyler içelim barımız kapıyı üç haftalığına kapattı. Herkes çok dikkat etmemizi, mümkünse sürekli evde olmamızı, sürekli elimizi yıkamamızı söylüyor. Sinirli endişeli, haberleri takip ediyor, bir şeyler okuyoruz. Ben bi iki saat önce mükemmel bir yoğurt çorbası yaptım, bir aydır neredeyse hiç et yemedik, güzel güzel besleniyoruz. Kendimize dikkat ediyoruz, uyarıları kulak arkası etmiyoruz, söz dinliyoruz. Çok sevdiğim insanlarlayım, bu sefer başka bir şehre gidip onları da özlemeyeceğim için çok mutluyum. Geldiğimden beri kendime verdiğim boş boş bakma, sakince -nispeten- yeni hayatıma hazırlanma öncesi sürem dolmaya yakınken bu izole, bu garip hayatın içinde kendimi Atina'da her gün terastan baktığımda gördüğüm kule vince benzetiyorum. Oradayım, görünüyorum, yavaşça hareket ettiğim zannedilse de aslında bir şeyleri hallediyorum. Bu aralar duracağım ama bir süre sonra hareket etmeye başlayacağız. Bir gün ben de dönüp kendime baktığımda, ki o çok da uzun bir süre olmayacak, o müzenin son katını camla kapladığımı göreceğim. O zaman burada da güneş yüzünü daha çok gösterecek, belki gökyüzü 'o' maviye bürünecek.


Yolum yine 4,5 sene yaşadığım o sarı sıcak şehre düştüğünde, Ulusal Galeri artık -zaten- açıldığında, tepesine, son katına çıkıp teras(ımız)a göz kırparım o zaman. Sokağın köşesinden çıkmamış biri vardır, onlarca bitkinin ortasında yüzünü güneşe dönmüş koltuğunda oturuyor, mutlu şarkılar dinliyordur. Gözüm ona takılır, gülümserim ben de.





113 views
bottom of page