top of page

Kendine ait bir yaşam

İsveç'te baharın son haftaları, yaza girdik gireceğiz. Hava mis gibi, günler upuzun ama tez yazmam gerekiyor; kendime akşam 5-8 arası kütüphanede kalıp tezle ilgilenme ve 8-10 arası da bulabildiğim her türlü işe başvurma sözü veriyorum. 10'dan sonra ise -anca batma alameti gösteren- güneşle beraber ya bira içiyorum minik şehrimde arkadaşlarımla ya da müzik dinleyip ormanlar, çayırlar, nehirler aşa aşa bisiklet kullanıyorum. Niyetim Avrupa'da devam etmek hayatıma; ergenliğimden beri hayalimde olan kuzey topraklarına yüksek lisans dolayısıyla adım atmışım, oralarda kalmak, mümkünse Türkiye'ye dönmek istemiyorum. Hiç abartısız, bulabildiğim her iş pozisyonu için CV gönderiyorum. Robot gibiyim ama! İş tanımını şöyle bir okuyup hemen ona uygun "motivation letter" döşüyorum iki dakikada. Aynı gün içinde insan kaynakları için ne kadar hevesli olduğumu, bir satışçı olabilmek için çocuğumu kesebileceğimi, IT sektörünün geleceğin parlayan yıldızı olduğunu, pazarlama departmanının oldum olası hayranı olduğumu belirten yalan dolan mektuplar yazıyorum işte. İnadım işe yarıyor, şans biraz da olsa yüzüme gülüyor ve başvurduğum -hiç abartısız- yüzlerce şirketten iki tanesi son görüşmeye çağırıyor; biri Kopenhag'da diğeri de Eindhoven'da. Kopenhag beni istemiyor ama Eindhoven istiyor. "Neden olmasın?" diyorum. Hollanda da olur, gidelim bakalım.


2008'in sonbaharının ilk günlerinde yerleşiyorum Eindhoven'a. Başka insanlar, başka bir şehir, posta kutusunda ilk kez gördüğüm maaş bordrom, binlerce naystumiğtyu... Kurumsal bir şirkette gereksiz ünvan verilmiş, çok hevesli bir çömezim. İstanbul'da onlarca arkadaşım varken sahip olduğum "off yeni birilerini mi tanıyacağım yaa, hiç uğraşamam" balonu patlıyor feci bir şekilde. Herkese ne kadar iyi, ne kadar modern, ne kadar önyargısız, ne kadar tatlı olduğumu kanıtlamam lazım. Aksi takdirde geçmeyecek günler; bu gri, bu hiç de diğer Hollanda şehirleri gibi tatlı olmayan şehirde. Ama oluyor bir şekilde; şehrim eskisi kadar çirkin gelmiyor artık gözüme, göğsümü kabartarak arkadaşlarım var diyebiliyorum, kitabımı alıp gittiğim, sokakta çalışanlarını görünce merhabalaştığım barlar oluyor. Bol bol seyahat ediyorum, hem Hollanda içinde hem dünyanın -param yettiğince- her yerine. "Geçen hafta Vilnius'taydım baba, o yüzden arayamadım." dediğimde babam, -muhtemelen- her baba gibi "oğlum deli misin sen ne işin vardı orada?" diyor. Terasıma bir masa ve dört sandalye aldığım gün hissettiğim mutluluğu hiç unutamıyorum mesela, 2,5 km yürüyerek taşıyorum onları; masa kucağımda, sandalyeler ikişer ikişer iki omzumda asılı. Kan-ter içinde eve gelip terasa onları koyduğumda, son gücümle bir de sokağımdaki çiçekçiye gidip çicek alıyorum, biraz daha güzel gözüksün diye o teras.

İnsanın kendi elleriyle, kendi parasını kazana kazana, özenle çizdiği hayat resmi, dünyanın en güzel resimlerinden biri oluyor. Kendi rengârenk resmimi, evimin en güzel köşesine asıyorum ben de. Eindhoven'da yaşadığım her an, özellikle son iki sene yaşadığım bütün yorgunluğa ve karanlığa rağmen oldukça güzel bir resim oluyor böylece. Evimde ağırladığım arkadaşlarım, içtiğim yüzlerce kadeh içki, sabah -sersemsepelek- uyanıp yaptığım espresso, penceremden bakınca aşkla göz kırptığım o şahane ağaç, koltuğu çekip arkasındaki toz bulutunu süpürmenin hazzı, hepsi benim oluyor. Kendime ait bir yaşamın en güzel, en nadir parçaları...


Ben bu anlattığım hayattan delicesine bir öfkeyle, bir inatla, bir kötü ruh haliyle çıktım gittim. Gözüm kararmıştı, yüreğim acımıştı, hiç mantıklı şeyler düşünmeden çektim gittim. Ne şanslıymışım ki en az onun kadar güzel bir hayatın kucağına düştüm burada, Atina'da. Tüm gün boyunca canıma okuyan güneş, şu an bulunduğum terastan on saatliğine ayrılıp, tatlı bir rüzgar esmeye başlayınca bunları yazmak istedim. Ben hep gitmek istemiştim; Istanbul'da, gençliğimin yarısını geçirdiğim Caddebostan'da çimlerde oturup bilmem kaçıncı biramı içerken şehirle bir kan davam varmış gibi, içimden hep "seni terk edeceğim" deyip deyip durdum.

Oldu. Terk ettim.


Atina'da çok mutluyum, keyfim yerinde. Sadece ama sadece yukarıdaki fotoğraftaki masama oturmayı, o açık camdan, o çok sevdiğim ağaca bakarken kahvemi yudumlamayı özlüyorum ara sıra. O benim hayatımdı çünkü; o camın açık olması sebebi bendim, o sabah Chet Baker dinlemek isteyen bendim, o dergiyi ben okuyordum, hepsi benimdi. Orada en güzel hayatı kurduğuma inanmıştım, onun kadar güzeli geldi beni buldu. Yine şanslıymışım.

15 views
bottom of page