Yazı yayınlanma tarihi: Aralık 2016 (www.themahmut.com)
IKEA’nın o tabure ve merdiven kırması, çok işe yarar zımbırtısının üstünde keyifle, birbirine dolanmış ışıkların üstünde olduğu plastik ipleri ayırdığım günü dün gibi hatırlıyorum. Ahşap masamın üstünde bir kadeh şarap, fonda kim bilir dinlediğim hangi şarkı… İlk iki senenin aksine, o Noel senesi Eindhoven’da kalmaya karar vermiştim. Başka bir yere giden insanın “buradan dönerim ben.” dediği andan temelli yaşamaya karar verdiği anın çok keskin bir belirtisi. Salonumdaki üç koca pencerenin, en üstüne özenle yerleştirmiştim ışıkları. Yaşadığım şehrin en tatlı sokaklarından birine bakan pencerelerim artık daha süslü idi. Sokaktan geçen arkadaşlarım gördüklerinde gülümserdi biraz belki. Arkadaşım olmayanlar gülümserse - pek tabii ki - kabulümdü. Ama en önemlisi, ben işten eve gelip de salonuma girdiğimde tatlı tatlı göz kırpacaktı o ışıklar bana.
Bayram, seyran, yeni yıl, doğum günü biraz da böyle bir şey aslında. Normalde de yapabileceğin, hissettiğin şeyleri hayatın ekşiliği yüzünden ertelemeyip, halının altına süpürmediğin zamanlar. İnsanın canı, yılın o anlarında iyi hissetmek, güzel düşünmek, umutlanmak istiyor. Yoksa olayın dinle, gelenekle, muhafazakârlıkla -en azından bence- alâkası yok. Ramazan Bayramı geldiğinde, 30 gün oruç tutmuş olduğum için değil ama annemin birbirinden tatlı 3 halasını, yılın bir tek, o zamanı aynı evde göreceğim için mutluydum ben mesela. Noel zamanı da, artık Hollanda’dan tası tarağı toplayıp İstanbul’a gitmek yerine; orada bulunan arkadaşlarımla, elimizden ne gelirse pişirip, yediğimiz içtiğimiz için. O pencerelere o ışıkları astığım için. Bir arada olmak, gülümsemek, kahkaha atmak, hiç bitmeyeceğini düşündüğüm bir muhabbetin ortasında sersem sersem durmaktı asıl olay.
Noel zamanı, her yer kapalıyken, sokakta deli divane dışında insan yürümezken pencereden bakıp “benim ne işim var burada?” demek de bir seçimdi, o cümleyi kurmak istemedim. Onun yerine ışıkları astım, benim gibi orada yeşermeye, büyümeye, kök salmaya çalışan arkadaş(lar)ımın yemek davetini kabul ettim; iş dışında giymemeye yemin ettiğim gömleklerimden birini, o yemekte efendi gibi gözükeyim diye ütüledim. o kadehi kaldırdım, "şerefe" derken ağız dolusu gülümsedim. İyi şeyler istedim; hem kendim, hem herkes için.
Şu an Hollanda’da değil, Yunanistan’da, ülkenin en büyük şehri Atina’da yaşıyorum. Kendince burası da süslendi, güzelleşti, ışıklar en dandik tavernanın kapısında da parıldıyor, en lüks mağazanın vitrininde de… Her 20 metrede bir karşıma çıkan bir pastanede bu döneme özel tatlılar satılıyor; melomakarono, pudra şekeri sayesinde üstüne kar yağmış gibi gözüken Kavala kurabiyesi, diples… Şehrin önemli meydanları rengârenk, insanların elinde torbalar, ruhunda bir acele, bir -belki de zorlama- mutluluk var. Beklenmedik soğukla sınanan Yunan ahalisi yazı ve o masmavi denizi düşünüp, yapması gerekeni yapıyor bu aralar.
Zor da olsa, yaşamaya devam ediyoruz. Dünya artık hiç sevimli bir yer değil. Belki hiç bir zaman değildi ama artık çok hızlı bir şekilde kötü şeylerin farkına varıyor, tüm bunları çok kısa zamanda paylaşmak istiyoruz. Hepimizin morali bozuk, asabı yerlerde. Yeni bir yıl geliyor ama; iki üç günlüğüne, hadi -bizi kırmayın- bir haftalığına ışıkları asma zamanı. Umut insanin içine yerleşti mi kolay kolay gitmez unutmayın. Umutlarımızın gerçekleştiği günleri de görmemiz dileğiyle...
Mutlu, huzurlu ve sağlıklı yıllar!