Yazı yayınlanma tarihi: Temmuz 2018 (www.themahmut.com)
Mahmut'un yazarları olarak beraber gerçekleştirmeyi planladığımız bir yazı dizisi idi bu. Herkes hayatında iz bırakan, anlatmak istediği eşyaları tatlı tatlı anlatıyordu. Ben de bu yazıyı paylaşmıştım.
Her zamanın takvimi
Senesini hatırlamıyorum, hayatımın en güzel hediyelerindendir. Lâle almıştı. Çok akıllı / zeki biri olmadığımı bildiği için de hediyeyi verirken pis pis sırıtmıştı. Bakalım anlayacak mısın sırıtışı o. Şimdi size nasıl anlatsam bilemiyorum. İçi boş, sadece çerçeve halinde kareler düşünün; onların her kenarında ay isimleri var, ve her ayın ne kadar güne sahip olduğu yazıyor o kenarlarda. Bunun dışında ise farklı renklerde, 1'den 31'e kadar rakamların ve sayıların dizildiği kare kartonlar var. Bunların yanında, aynı kare şeklinde bi sünger eşlik ediyor bize. Bu metal oluşumun içinden süngeri ve kartonları çekebiliyor ve aynı şekilde o oluşumun içine sokabiliyoruz. Takvimi sonsuza kadar kullanabiliyorsunuz yani. Tek yapmanız gereken yeni bir ay bizi selamladığında "aaa Temmuz olmuş, Temmuz'un ilk günü Pazar." deyip içi boş çerçeve kareden Temmuz'u ve Pazar gününün 1'i gösterdiği kartonu bulmak ve onları süngerin üstüne koymak ve tüm hepsini metal oluşumun içine sokmak. Yani fotoğrafta gördüğünüz kombinasyonu yapacaksınız. Hiç anlatamadım değil mi? Zaten kendim zor anlamıştım, anlatmak neyime.
Ben size işlevinden çok anlamını anlatayım o zaman. Lâle benim artık çok görüştüğüm biri değil, her Istanbul'a gittiğimde bi buluşup o güzel yüzünü tabii ki görmek için elimden geleni yapıyorum ama düzenli olarak muhabbetimiz yok. Ama o, hep böyle gönlümün bi yerinde, bu takvimin sürekli önümde olması gibi. Yıllar geçti, bu takvimi her yere taşıdım ben. Artık tarihe bakmak için bu takvimi kullanmıyorum, önümüzde bilgisayarlar, elimizde telefonlar var ama bu takvimin masamda durması bana çok eskilerden çok güzel bir dönemi hatırlatıyor. Arada gözüm takılıyor, gülümsüyorum. Ve her ay güncelliyorum.
Sezen Aksu
Sibel ve Ezgi, Atina'ya, bize geldiklerinde minik minik paketler çıkardılar çantadan. Birkaç hediye daha vardı ama ben sadece bunu gördüğümde delirdiğimi hatırlıyorum. Deli Kızın Türküsü albümü zamanında karşımıza çıkan bi illüstrasyon bu. 90'lar ortası olması lazım. Kim yaptı, kimin şahane eseridir bilmiyorum. Onlar da Sezen Aksu, o zamanlar hâlâ konser veriyorken (90'lar değil, Sezen'li Yıllar konser serisi bahsettiğim, 2015 olması lazım) Açıkhava Tiyatrosu'nun önünden almışlar sanırım. Ben öyle hatırlıyorum en azından. Sezen Aksu sevgimi burada uzun uzun ben anlatamam, 90 kere kendisi hakkında buraya bi şeyler karalamaya çalıştım ama böyle gönlüm çağıl çağıl çağlayınca ellerim ona yetişemedi. Bu minik hatırayı her gün, uyandığım evde gördüğüm ve koca dudaklı Sezuş ile selamlaştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Gün olur belki bu evde yaşamam, belki her şey değişir ama Sezuş hep benimle olur. Bir küçük çantada usul usul benimle gelir, aynı şarkıları gibi.
Leş pabuçlarım
Bir çift ayakkabı, bir insana; özgürlüğünü, olgunlaşmasını, kendine gelişini, çok şahane zamanları hatırlatır mı dersiniz? Bence hatırlatır. Camper'ın Mediterranean serisi idi yanılmıyorsam. Alıp alabileceğiniz en ucuz Camper ayakkabılar bunlardı. Su yeşili ve diğer hatırlamadığım seçenekleri de vardı renk olarak. Su yeşili Sibel'de vardı, Sardinia'da beraber takılıyorduk. Ben sibel ve pabuçlarımız. Ben bir kırmızı manyağı olduğum için gözüm kapalı almıştım bu rengi. Bu ayakkabıyı çok çok mutlu günlerimde giydim; çok gezdiğimde, çok aşık olduğumda, çok fit olduğumda, çok çalıştığımda, bugün nasıl biriysem (ki çok fena biri değilim bence) o insana ulaşmaya çabaladığım zamanlarda giydim. Artık solgun, yırtık ve rahatsızlar. Giymiyorum. Normalde eski eşyaları rahatça atan biriyim, elimin -atmaya- gitmediği nadir şeylerden biri bu çift ayakkabı. 3 poşete sarıp dolabın dibine atmıştım, bu yazı için çıkardım ortalığa. Şimdi hasretle bakıyoruz birbirimize.
Deniz Toraman - Martı
İstanbul'dan ayrılalı 11 sene oldu. Yaralarıma merhem olan, her adım attığımda orada yaşadığıma şükrettiğim o şehir eskisi gibi değil, ben zaten başka şehirleri de sevip, onlara da aşık oldum. Mesafeli bir ilişkimiz var, kalbimi sızlattığı zamanlar azaldı, her gittiğimde biraz daha bana soğuk davrandı, ben de ona soğuk davrandım ama hep aklımda. Aklımın bir ucunda yani. Ailem, ablam, arkadaşlarım oradalar. Ben her gittiğimde hala dünyanın en şahane anlarını yaşıyorum, İstanbul'da içilen ilk rakının yudumu belki de dünyanın hâlâ en güzel şeyi ama ben galiba artık oralı değilim. Oradan olmaktan büyük gurur duyuyorum ama oralı değilim. Melda ve Cem'in bana getirdiği bu seramik kuş, Deniz Toraman'ın bi eseri. Salonda, çok sevdiğim ahşap masamızın üstünde hem çok mütevazı hem öyle görkemli bir şekilde duruyor. Bana İstanbul'u, vapura bindiğimde gözümü kamaştıran manzarayı hatırlatan tek şey. Usul usul, hiç gösterişsiz ama öyle güzel ki...
İzlanda bardağı
Hayatımda en çok İzlanda'yı görmek istedim. Atlaslara bakıp uyuyan bi çocukken kazınmıştı aklıma bu ülke. Büyüdüm, paramı kazandım, hayatı kendi sirkime dönüştürdüm ve bir gün baktım bu ülkeye giden bir uçaktayım. Canım ablam da yanımdaydı neyse ki, beraber coştuk İzlanda'ya varınca. Reykjavik yazım burada duruyor o ayrı ama bu bardak, mug, kahve fincanı, nasıl adlandıralım bilmiyorum ama benim için en değerli eşyalarımdan biri. Volkanik küllerden yapılmışmış, aldığım yerdeki kızıl sakallı adam öyle dedi. Kızıl sakallı adamlara sorgusuz inanırım. İnandım, aldım ve hep benimle taşıdım onu. Eindhoven'dan Atina'ya taşınırken zilyon tane şey atıyorum. O çok sevdiğim evimin salonunda ağlaya ağlaya eşya ayırıyorum. Hiç ummadığım kadar gaddar olduğumu düşündüm, atamam düşündüğüm her şeyi attım neredeyse. Bu bardak elime geçtiğinde ise sadece gülümsedim. O da benimle her yere gelecekti, buna emindim. Arada çok güzel bi espresso yaptığımda dolaptan çıkarıyorum, ona gözüm gibi bakıyorum.
Sabah kimonosu
Eindhoven'dayım, işim var, yeni bi hayata kucak açmışım. Philips'te çalışıyorum. Benim gibi yüzlerce Hollandalı olmayan insan var bu şirkette; onlar da başka bir ülkenin, başka garip bir şehrinde tutunmaya çalışıyorlar benim gibi. Mei ile tanıştım sonra. Tam ismiyle Tzu Mei Ma. Tayvanlı, dünyanın en mükemmel insanlarından biri. Bir gün bir Tayvanlı ile oturup bira içerek dünyevi dertleri tartışacağım benim de aklıma gelmezdi ama yaptık işte. Dünya ne kadar küçükse, her şey o kadar iyi. Mei bi süre sonra iş için başka ülkelere gitmeye başladı, önce Singapur, sonra Japonya. Bi ara Eindhoven'a döndü, benim evimin tam karşısındaki kahvaltı mekanında buluştuk, bana bi kutu uzattı. "Al bu senin." dedi. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz sabah kimonosunu öyle bi katlamış ki manyak Japon abilerimiz ve ablalarımız, ben bana yüzük aldı falan zannettim. İçimden de diyorum hiç de yüzük sevmem. Paketi yavaş yavaş açtım, mükemmel bi şekilde katlanmış ve bi orta büyüklükte kutuya sığmış bu kimonoyu gördüm ve delirdim tabii ki. Mei utanarak "sana sadece sabah kimonosu alabildim, diğerleri çok pahalıydı." dedi.
Mei benim Atina'da, bazı sabahlar, bu -sabah- kimonosunu giyip kendi kendime Japonca konuştuğumu bilmiyor tabi. Ama arkadaşlığımızın kadrini kıymetini, benim onu ne kadar sevdiğimi biliyor. Zaten bundan da güzel şey yok. Var mı?
Yok.